22 Aralık 2012 Cumartesi

…ve Güneş Batıdan Doğdu – 2

-Bahsi Geçen Olayların ve Kişilerin Tamamı (?) Hayal Ürünüdür.-

2. Mahkeme


- Adını söyle.
- Ahmet akşafak.
- Kaç yaşındasın?
- En fazla yirmiyimdir.
- O nası cevap lan, doğru düzgün cevap ver. Kaç yaşındasın?
- Yirmi.
- Yalan söyleme ulan!
- Adabınızı takının. Ayrıca, beni ne hakla mahkemeye çağırıyorsunuz? Neyin sorgusu bu?
- Bak sen hele şuna. Hem suçlu hem güçlü. Ulan hep aynısınız. Önce hiç utanmadan suç işlersiniz sonra da pişkin pişkin suçum ne diye sorarsınız.
- Öyleyse suçum nedir?
- Ölüm hakkında yazılar yazmışsın.
- Ee?
- Ne eesi lan it. Sen kimsin de ölüm hakkında konuşma hakkı buluyorsun kendinde. Hiç öldün mü ki ölümden bahsedecekmişsin hele?

Ahmet donakaldı. Hayatı boyunca böyle bir soruyla karşılaşmamıştı. Ölümü nereden biliyordu hakkaten? Öldürdüğü adamlar ona ölümü yaşatmış mıydı? Ölüm neydi mesela? İnsan neden ölürdü? Nasıllara cevap almak kolaydı. Nasılları öyle veya böyle öğrenebilirdiniz. Araştırmalar, ölçümler, incelemeler… Bir şekilde doğru veya yanlış bir sonuca ulaşabilirdiniz nasıllar için. Ama neden sorusunun cevabı hiç basit değildi. Nedenler’in cevapları hep gri kalırdı. Neden ölür insan? Neden öldürür? İnsan neden var? Nedenler zordu. Nedenler karmaşık ve giriftti her zaman. Belki de insan çok da bulaşmamalıydı nedenlere. Aklımızın da bir kapasitesi vardı ne de olsa. Nedense nedendi. Ölüm muhakkaktı, onu biliyordu sadece. Ama ölümü gerçekten biliyor muydu? Hiç ölmemişti. Zaten ölse yazamazdı. O zaman insanlık tarihi boyunca ölüm üzerine yazılan yazıların hepsi sadece varsayımlardan ve yalanlardan ibaret demekti. Çoğu yazıda ölümün soğukluğundan, acılığından, karanlıklığından dem vururdu insanlar. Ölüm hep korkunç gelmişti insanlara. Ölmek. Peki ölüme karşı bu önyargı nedendi? Neden ölenin arkasından ağlanırdı mesela? Sırf bu varsayımlar mıydı bunun nedeni? Yoksa çok daha derinlerde mi aramalıydı bunun sebebini?

Girmemeliydi bu konuya. Neden diye sormamalıydı. Ne zaman neden diye sorsa cevap alamaz, içi içini yer dururdu. Ama engelleyemezdi aklını. Neden? Sahi ya neden ağlardı insanlar ölenlere? Kim biliyordu öldükten sonra ne olduğunu? Kimdi bu cüretkâr cehaletin sahibi? Tadına bakmadığı bir yemeğin ne kadar kötü olduğundan bahseden insana inanılabilir miydi? Ancak gülünüp geçilirdi. Ölüm neydi peki? Nasıl bir şeydi? Yani biyolojik fizyolojik falan değil, gerçekten nasıl bir şeydi? Neler hissederdi insan ölünce? Ya da mesela ilk kim konuşmuştu ölüm hakkında? Kimdi o salak? Ve neden böyle bir şey yapmıştı. Dahası neden kimse ona dönüp “sen nereden biliyorsun da konuşuyorsun ki?” diye sormadı. Ahmet olsa sorardı. Hatta makul bir cevap alana dek de adamın peşini bırakmazdı. Ama bir düşününce “bu dünyada tek meraklı ve inatçı insan ben değilimdir ne de olsa” diye geçirdi içinden. Elbet birileri o salağa sormuştur bu soruyu. E peki cevabı neydi? Yani nereden biliyordu da konuşuyordu bu salak. Ya da salak değil de bilge mi demeliydi. Neyse ne. Neyse ne. Sonuca varamıyor ve sonuca varamadığı gibi hınç terler içinde kalmış, hakime ne cevap versem diye düşünüyordu şimdi. Dili beyninden hızlı hareket etti:

- Evet, ben öldürdüm.

Deyiverdi bir anda. Hakim, Ahmet’in neyden bahsetiğini anlamamıştı ama heyecanını gizleyemez bir hızla sordu:

- Ne? Kimi öldürdün lan?
- Hayrullah Türkmen ve Baran Özkürt’ü ben öldürdüm.
- Delirdin mi oğlum ne saçmalıyorsun? Baran Özkürt’ü Hayrullah dediğin şerefsiz şehit etti. Hayrullah Türkmen şerefsizinin de  olay mahalinde intihar ettiğini biliyorum. Senin kafan yerinde mi?

Ahmet şok olmuştu. Baran Özkürt’ü öldürüşü bir gün bile aklından çıkmış değildi. İlk maktülüydü o. Nasıl unutsundu? Sinir krizi geçirmişti ve sorgu odasında bir kez kafasına üç kez de göğsüne ateş edip öldürmüştü onu. Hayrullah denen adam değildi Baran’ın katili. Hem Hayrullah Türkmen’i de o öldürmüştü. Arkadaşının katiliydi o da, unutması imkansızdı. Evet olay mahalindeydiler, daha doğrusu olay yerine iki adım ötedeydiler. Tuvaletin kapısını kırdığı gibi içeri dalmış ve o itin kafasını tuvaletin küçük camına vurup oracıkta ölüme terk etmişti. Hayrullah’ın ne kadar suçlu olduğundan emin de olsa içindeki vicdan azabı bir gün bile dinmedi. O iki adamı da o öldürmüştü. Ölüm hakkında kestiği ahkamların tek kaynağı da öldürdüğü bu adamlardan kazandığını düşündüğü tecrübeydi. Ölümü bildiğini sanıyordu. Ta ki, o güne dek. O gün, yani bugün, hakim onun tüm malûmatını yerle bir etmişti. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Ve ne demeliyim diye düşünürken, birden bire, konuşmaya devam etti:

- Hayır delirdiğim falan yok. Ben öldürdüm diyorum. O iki adamın ikisini de ben öldürdüm. Şu ellerle öldürdüm. Katilim ben. Evet, artık bana katil diyebilirsiniz. Bu yükü bu güne dek nasıl taşıdım bilmiyorum ama artık yeter. BEN BİR KATİLİM! Şimdi cezam neyse çekmek istiyorum.
- Lan… Fesubhanallah (mübaşirlere dönerek) oğlum alın şu deliyi şurdan da psikiyatri bölümüne götürün, incelesinler bakalım derdi neymiş. Sıradaki zanlıyı da çıkarken gönderin gelsin.
- Hayır! Suçluyum ben! Ve suçumun cezasını çekmek istiyorum! Hem yalan söyledim hem de adam öldürdüm! Yalan söyledim evet! Kitaplarımda bahsettiğim “Ölüm” hakkında tek kelime dahi bilgim yok! Hepsi yalan! Hem büyük bir yalancı hem de şerefsiz bir katilim ben! Adi bir suçluyum! Cezam neyse çekmek istiyorum! ADALET YERİNİ BULSUN İSTİYORUM!

Bağırtıları kordorlarda yankılanırken bir anda artık mahkeme salonunda olmadıklarını fark etti. Sağda solda üniformalı onlarca, yüzlerce asker oradan oraya koşuşturuyordu. Bu, bir askeri mahkemede görülmesi gayet olağan bir manzaraydı. Ama Ahmet’in aklı başında o anda değildi. Bağrışmaya devam etti:

- Kim bu askerler? Burası adliye değil mi? Ne işleri var burada? Neden hiçbirinin silahı yok? Ülke işgal altında mı yoksa? Türkler devleti ele mi geçirdiler yoksa, cevap versenize adi herifler! Satılmış köpekler sizi! Neye karşılık sattınız ülkenizi söylesenize? Kaç para verdiler size he? Nası kandırdılar sizi? Allah hepinizin belasını versin! Bu ülkenin evlatlarının vebalini boynunuzda taşıyorsunuz şu an haberiniz ola! Benim gibi bir katil bile sizden daha ahlaklı işte! Utanın! Üniformalarınızdan utanın!

Birden bir askerin belinde bir silah olduğunu fark etti ve çabuk bir hareketle mübaşirlerin elinden kurtulup silahı askerinden belinden çekip aldı:

- Yaklaşmayın bana! Yaklaşmayın şerefsiz herifler! Ben bütün ömrüm boyunca ülkemin, milletimin onuru için yaşadım, anlıyor musunuz? Anlıyor musunuz he orospu çocukları? Ne anlayacaksınız! Anlasaydınız satar mıydınız bu cennet vatanı! Alın başınıza çalın şimdi bu ülkeyi satıp da kazandığınız malınızı mülkünüzü! Ama bundan gayri şu çıkmasın aklınızdan: bir Ahmet ölür bin Ahmet doğar!

Dedi ve namlusunu kafasına dayadığı silahın tetiğini çekti. Beyninden parçalar sağa sola dağıldı. Boylu boyunca yere yığıldı. bordoya yakın bir kırmızılıktaki kanlar, taş zeminde anlamsız şekiller çizerek yayılıyordu. Ahmet. Ölümü çok merak ediyordu. Ve işte, ölmüştü. Hayırlı olsundu.


safaret
safaret.blog.com


21 Aralık 2012 Cuma

Vapur Kalkıyor!

      Biz gerçekten çok acayip bir milletiz kardolar. Başka hangi millet güzel bulduğu, beğendiği bir şeyi, güzel sözler yerine kaba, argo sözcüklerle ifade eder? Hakkında yıllarca tartışılabilecek, çok enteresan bir konu bu.
Şahitlik ettiğim bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum;

-Yer: Kadıköy Beşiktaş İskelesi
-Saat: 08.14
-Kahramanlar: Ankaralı olabileceklerini düşündüğüm iki genç şahıs, bir köpek.
-Olay:
       Metrodan iner inmez sigara yakmıştım. Metro istasyonu ile iskele arasında 50 metre kadar bir mesafe vardı. Vapurun kalkmasına çok az bir zaman kalmıştı, ama ben sigaramı içmeye niyetliydim.
       İskeleye doğru yavaş adımlarla yürümeye başladım. İnsanlar koşarak yanımdan geçtiler, vapura yetişmeye çalışıyorlardı. Ben, en son ilkokul 5. sınıfta koşmuş biri olarak bu olaya sıcak bakmıyordum, sigaramı çekeleye çekeleye yürümeye devam ettim. 6.30'da uyanmıştım ve hala uyuyor sayılırdım. Yürürken ayaklarımı hissetmiyordum, bacaklarım benden habersiz hareket ediyorlardı. O an bilinçli olarak yaptığım tek şey, sağ elimde tuttuğum "Camel" marka sigaramı -Camel ne güzel sigaradır arkadaş- içime çekmekti.
        Kaplumbağa hızımla iskeleye varmıştım. O 50 metre bana 5 kilometre gibi gelmişti, yorulmuştum. Nefes almakta güçlük çekiyordum. İnsanlar benim bu kötü durumumu fark etmiyor, bana sağlı sollu çarparak vapura koşuyorlardı. Sigaramı sıkı sıkı iki parmağımın arasında tutuyordum. Sigaram normal insanlara göre çoktan bitmişti ve yine onlara göre ben "sigaranın süngeri" denilen yeri içiyordum. Ben, dünyayı aldırmadan "sünger" içerken arkamdan bir teyzenin "Ay sen yeni mi uyandın tatlı şey?" dediğini duydum. Bana dediğinden adım gibi emin olarak arkama döndüm. "Teşekkür ederim teyzecim, o sizin tatlılığınız hihih" diyecekken gördüğüm manzara karşısında hayal kırıklığına uğramıştım. Teyze, sol elini, pireli olduğundan adım gibi emin olduğum(yine) bir sokak köpeğinin başına koymuştu. Köpek tatlıydı, ben değil. Köpek pireliydi, ben değil. Okşanan, sevilen köpekti, ben değil. Üzülen bendim, köpek değil. Süngerimden çekebildiğim kadar büyük bir nefes çektim. Teyzeye ve köpeğe küfür ettim ve mutluluklar dileyerek, sigaramı(süngerimi) iskelenin girişinde bulunan, kül tablası işlevi gören şeyde söndürdüm, akabinde hayatıma farklı şekilde yön vermemi sağlayan o olaya tanıklık ettim.
         Saat 08.14 olmuştu. Saatim yoktu, bu yüzden iskelede asılı duran saatten bakmıştım saatin kaç olduğuna. 08.14! Vapur kalkmak üzereydi! Aman Yarabbi! Turnikelere doğru yöneldim, 5. sınıftan bu yana ilk kez koşuyordum! Kartımı çıkartıp, turnikeye doğru yönelttim. Tam bu sırada hemen sağımdaki turnikeden geçmeye çalışan o iki gencin konuşmalarına tanıklık ettim.
*Yazacağım argo sözcükler için şimdiden özür dilerim lakin olayın boyutunu anlamanız için ne duyduysam onu yazacağım.*
-Oha la?! Ne tatlı köpek o! Vapur kalkmayaydı mıncıklardık moruk.
-Hala ölmedi mi la bu it? He valla, amuha koduğum çok tatlı. Dönüşte eğer hala burada olursa amuha koruz kanki, rahat ol.
       
           Vapura binmiş, üst kattaki kapalı alanda oturuyordum. Midem bulanmaya başlamıştı, düşünüyordum. O genç, neden köpeğe sevgisini "ölmedi mi la bu it, amuha koduğum çok tatlı, amuha koruz kanki" gibi pis, iğrenç sözcüklerle ifade etmişti? Neden bir insan böyle bir yola başvururdu? O genç sapık mıydı? Ben mi anlayamıyordum? O teyze neden köpeği tatlı bulmuştu da beni bir boka benzetememişti? 21 Aralık günü kıyamet kopacak mıydı? İlk dönem kaç dersten kalacaktım? Akşam yemeğim için hala köfte var mıydı dolapta? Sorular beynimi kemiriyordu ve ben hiçbirine cevap veremiyordum. Dayanamıyordum, yerimden kalktım. Vapurun kıç tarafına doğru ilerledim. Etrafıma bakındım, sonunda çok açık bir şekilde onu gördüm,  telefonla konuşuyordu. Ağır adımlarla ona doğru ilerledim. Tam karşısında dikildim. Koltukta iki kişilik yer kaplıyordu çünkü hayvan gibi yayılmıştı. Gözlerimi gözlerine diktim, tip tip bakıyordum. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Yaptığıma hiçbir anlam veremediği her halinden belliydi, telefonunu kapattı. "Noldu evladım?" dedi. Avazım çıktığı kadar bağırdım: "Ben de seni tatlı bulmuyorum! Sarkmış her yerin lan! Şişkosun, yaşlısın, tatlı da değilsin! Pislik karı! İnşallah o köpek götünü kopartır!". Vapurda görevli olan iri yarı, pala bıyıklı, her daim güneş gözlüğü takan amca kafama tekme atınca bayıldım...

14 Aralık 2012 Cuma

…ve Güneş Batıdan Doğdu - 1

-Bahsi Geçen Olayların ve Kişilerin Tamamı (?) Hayal Ürünüdür.-

1. Karakol

- Evet, Hayrullah… İsmin çok uzun sana kısaca Hayri diyeyim ben.
- Tabi olur.
- Hahaha olurmuş, izin istediğimi mi sandın lan yoksa. Komik çocuksun Hayri… Kendinden bahset biraz bakalım? Necisin, ne yer ne içersin, derdin nedir?
- Benim anlatacak bi şeyim yok, beni buraya siz çağırdınız.
- Eylemde bağrınırken anlatacak çok şeyin varmış gibi duruyordun ama. Yanlış mıyım?
- Yanlışsınız.
- NE!?
- Yanlışsınız diyorum. Çünkü siz bana ana dilimde konuşma hakkı vermediğiniz için oradaydım ben. Hakkımı aramak uğruna bağırıyordum. İsyanım sizin gibilere bir şeyler anlatma derdi değil. Anlamayacağınızı biliyorum artık. Konuşma hakkımı istiyorum sadece. Bu doğal hakkımı talep etmem bile saçma ama, öyle işte. Gayet basit.
- Çok bilmiş bir havan var Hayri. Ukalaları hiç sevmem. Okuyor musun bakalım?
- Evet okuyorum.
- Nerede okuyorsun? O çöplükten bozma örgüt evlerinde mi?
- Dicle ünüverstesinde
- Hahaha daha okuduğun yerin adını söyleyemezken nasıl aldılar seni oraya anlat bakalım.
- Bu sizi ilgilendirmez.
- Bu beni sapına kadar ilgilendirir köpek!
- Bana köpek deme hakkınız yok.
- NE!? NE DEDİN AZ EVVEL SEN!.. Neyse. Neyse, tamam. Biraz ciddileşelim artık istersen Hayri, he? Söyle bakalım soyadının anlamı ne?
- Türkmen, müslüman türk demek. Biz İslamla tanışan bir türk soyundan geliyoruz.
- Türk soyu mu? Hahaha, türkün soyu mu olurmuş? Türkün soyu olsa bile anca köpeklere dayanır.
- Haddinizi aşıyorsunuz!
- Asıl sen ve senin gibiler eylem yaparak haddinizi çoktan aştınız. Şimdi kes sesini.
- Ben suçumun ne olduğunu merak ediyorum.
- Suçunuz gayet açık. Sen ve senin gibi nice itler anayasaya karşı gelip ülkeyi bölmek istiyorsunuz. Örgütlenip kıyâma kalkıyorsunuz. Sahipsiz mi sandınız lan bu memleketi? Size mi bırakacaktık, sahipsiz mi kalacaktı buralar ha itin dölleri?!
- Haddinizi aşmakta ısrar ediyorsunuz. Sonu kötü olabilir.
- KES KÖPEK!.. Şimdi, söyle bakalım Kemoyu seviyor musun?
- Efendim?
- Ne efendimi lan it! Sizi örgütleyen itin dölü Kemali seviyo musun sevmiyo musun kıvırma da söyle!
- İsimler ve kişiler halkların özgürlükleri yolunda yalnızca önemsiz birer ayrıntıdan ibarettir.
- Felsefe yapmayı çok seviyosun demek. Felsefe mi okuyosun lan yoksa sen?
- Bu sizi ilgilendirmez.
- SENİN YEDİĞİN TÜM BOKLAR BENİ İLGİLENDİRİR ANLIYOR MUSUN PİÇ KURUSU?!
- BU SEFER HADDİNİZİ ZİYADESİYLE AŞTINIZ. BENİM EN AZİZ GÖREVİM MİLLETİM UĞRUNA SAVAŞMAK VE ONUN UĞRUNA ÖLMEKTİR. VE BU SAVAŞTA ARTIK SİZ ÖLÜMÜ HAK ETTİNİZ!

Dedi ve beline gizlemiş olduğu soğuk silahın tetiğini çekip polis şefini alnının ortasından vurdu. Öldürdüğüne emin olmak için üç kez de göğsüne ateş etti. Silahın sesi kesinlikle yan odalara ve hatta dışarıya yayılmış olmasına rağmen Hayrullah, o anda, bunu aklına getirebilecek şuura sahip değildi. Telaşlandı. Kilitlendi. Daha önce hiç adam vurmamıştı ve öldürmenin, ölümün ne demek olduğuna dair bildiği tek şey daha çok küçük yaşlarından hatırladığı bir anı olan, köy muhtarının cenaze merasiminden ibaretti. “Haysiyetsiz kürt askerleri onu vurmuşlar”dı ve yaşının küçük olmasından dolayı ancak hayal meyal hatırlayabiliyordu bu olayı. Şimdi ne yapması gerektiğini hiç bilmiyordu çünkü daha önce birini öldürebileceği hiç aklına gelmemişti. Silahı taşımasının tek nedeni temkinli olmak istemesiydi. Sonra bir an şüpheye düştü. “Ya ölmediyse?” diye düşündü ve adamın nabzını kontrol etti. Tabi ki de ölmüştü, salak salak şeyler düşünmenin sırası mıydı şimdi? Hemen koridora çıktı ve birkaç adım uzaklıktaki tuvalete doğru koştu. Tuvalete girer girmez kapıyı arkasından kilitledi ancak dışarıdaki koşuşturmaları hâlâ duyabiliyordu. Polis şefinin ölüsünü yerde yatar halde gören iş arkadaşları feryat figan içinde “ölmüş, ölmüş!” diye bağrışıyorlardı.

Korkusundan ne yapacağını bilmediği gibi düşünemiyordu bile. Sadece olduğu yerde durmuş derin derin nefes alıyordu. Olayı hala aklı almış değildi. Bir anlık telaş ve öfkeyle bir adam vurmuştu. Adam öldürmüştü. Artık o bir katildi. Peki neden? Irzına, ırkına küfredildiği içindi elbette. Hem de bir değil iki değil üç kere yapmıştı maktül bunu. Katil falan da değildi çünkü davası uğruna, bir savaşta düşmanını öldürmüştü sadece. Savaşta her şey mübahtı ne de olsa, değil miydi? Hem Hayrullah onu uyarmış, bunu yapmaması gerektiği ona söylemişti. “Haddinizi aşıyorsunuz!”. Tüm bu kendini kandırmaca çalışmalarına rağmen şimdi, tabiri caizse, it gibi titriyordu.

Neden sonra, tuvaletin küçük pencerisini fark etti. Ancak buradan geçebilmesi için bir kedi kadar küçük olması lazımdı. O anki heyecan ve telaşının da etkisiyle pencerenin ne kadar küçük olduğunu fark etmedi, belki de umursamadı ve pencereyi açılması için zorlamaya başladı. Kafası düşünceler ve şüphelerle dolu haldeyken bir yandan nasıl buradan kaçabileceğini düşünüyor bir yandan da sadece şu anki durumundan kurtulmak için Tanrıya yalvarıyordu. Ve işin asıl enteresan tarafı ise, şimdiye dek herhangi bir Tanrının var olup olmadığını hiç düşünmemiş ve sadece reddetmiş olmasıydı. Şimdi ise bir Tanrıya muhtaçtı. Çünkü ona yardım edebilecek tek şey ancak o Tanrı olabilirdi. İster Allah desindi, ister Tengri, ister Budha, ister Marco Polo. Hissediyordu. Tanrının onunla olduğunu ve ona yardım edeciğini en derinlerinde hissediyordu. İşte, buradan kurtulacak ve kutsal davasına artık Tanrının gücüyle daha da kuvvetli bir şekilde devam edecekti. Bundan emin gibiydi. Hâlâ şüphelerle dolu kafasını dindirmeye uğraşıyordu. Derken kapının hemen ardından gelen sesler kulağına ilişti:

- Aç lan şu kapıyı şerefsizin evladı! Katil herif!

Bu sesler onu daha da telaşlandırmaya başladı. Ve bu telaşla tuvaletin penceresinin ancak hava alabilecek kadar açılan küçük penceresinin camına yumruğunu indirdi. Eli kan revan içindeydi. Ama o umursamadı. Cam neredeyse tuzla buz olmuştu ama pencerenin kenarlarında hâlâ kırık cam parçaları duruyordu.

- Korkak şerefsiz açsana lan kapıyı! Aç da sana dünya kaç bucakmış gösterelim!

Artık iyice ne yaptığından bihaber olarak o küçücük ve kenarlarında kırık cam parçaları bulunan pencereden dışarı çıkmaya yeltendi. Bir an tereddüt edecek gibi olduysa da hemen cesaret kaftanını giyindi ve Tanrının yardımını alacağından emin bir şekilde tüm vücuduyla pencereye yöneldi. Pencereden kafası ancak geçebildi. Fakat o kendini zorluyor, zorladıkça boynu daha da fazla acıyor ve o fark edemese de hızla kan kaybediyordu. Ancak bunu yapması lazımdı. İnsanlığın ona ihtiyacı vardı.  Dahası yaşamak istiyordu. Hayattan kâm almak istiyordu. Daha çok gençti. Uğruna savaştığı idealler namına ölmek mi? Amenna! Bu çok erdemli olurdu. Lakin şimdi olmamalıydı bu. Hayır, şu anda olmamalıydı. Bu iğrenç tuvalet olmamalıydı son perdenin sahnelendiği salon. Kendini zorladı, zorladı, zorladı… Artık boynundan akan kanlar tüm vücudunu sarmıştı ve kafasını o küçücük pencereden çıkarmaya dâhi mecali kalmamıştı. İşte, ölümün yolunu gösteren tabela görünmüştü ve geri dönüş yolları tamamen kapalıydı. Kendi idam fermanını, o polis şefini vurarak kendisi imzalamıştı, şimdi şimdi fark ediyordu bunu, ancak mâlesef artık çok geçti. Kendini öylece bıraktı. Pencereden salınan vücuduyla son nefesini vererek bu cehennemden bir kesit babındaki dünyaya gözlerini yumdu. Şimdi onu, ötelerde bir yerlerde, bu kesitin bir “asıl bütün”ü bekliyor olacaktı.

safaret
safaret.blog.com