Sene 1972, Şahin’le birlikte Eminönü’nde
martılara simit atıyoruz. CIA için çalışıyorum o zamanlar, tabi soğuk savaşın
da en güzel yılları. Yapacak çok bir iş yok o hafta, Moskova’dan gelen bir subay
vurulacak, tanık bırakılmayacak.
İş basit ama Şahin adamın sadece topuklarına sıkmakta kararlı. Resim çizer
gibi imza atıyor pezevenk. Son on-on iki
görevdir adamakıllı kimseyi öldüremedik. Kremlin Sarayı’nın çevresinde topallayarak
yürüyen ne kadar asker, bürokrat varsa Şahin’in işidir o bilesiniz. Savaşı psikolojik
buhranla çökertecekmiş. Çocuk gelişimi okuyan adamı casus yaparsan olacağı o
zaten. Varsa yoksa psikoloji anasını satayım.
Zeytinburnu’lu olduğunu da illa belli edecek ibne. Çatıştığımız her yere
once tespih atıyor adam. CIA ajanı mıyız,
mekan basan Aksaray mafyası mıyız anlamıyorum. Bu dengesiz adam ne diye çocuk gelişimi
okumaya başlamıştı onu da anlamadım da neyse, mevzu bu değil.
(70'lerde çakı gibiyim tabi)
Oysa ne hayallerim vardı, ne triplerle girmiştim casusluk dünyasına. Adeta
birer Bond olacaktık. Sonra Şahin’le tanıştım işte. Zeytinburnu’nda oturan,
çekik bir Kazak’tı Şahin. Bütün sülalesi dericilikle uğraşıyormuş. Casus olmasaymış deri tabakçısı olacakmış, Bir de
sırıta sırıta anlatmıyor mu bunları, deli oluyorum. Ne dünya politikası, ne
kızışan ikili ilişkiler umurunda değil adamın. Tek derdi sigortasının vaktinde yatması.
Geçenlerde muhasebeye gitmiş bizim Jack’i sıkıştırıyor. “Banane kardeşim CIA bu
aralar sıkışıktaysa. Benim param yatacak, sigortam günü geldi mi ödenecek. Bütün
akrabaları yığayım mı buraya onu mu istiyorsunuz?” diyor.
(Operasyon'ların çoğu Taksim'de oluyor takdir edersiniz ki.)
CIA’in İstanbul binası Karaköy’de o sıralar.İthalat-İhracat şirketi olarak
görünüyoruz, tutup kapıya CIA tabelası asacak halimiz yok. Baktım Şahin’in akrabaları
şirkete sık sık gelip gitmeye başladı. Gelen kamyonetin, giden kolinin haddi hesabı yok. Sordum Şahin’e,
“koçum ne ayaksın?” diye.“Abi baktım şirket kuzu gibi yatıyor, boşuna duruyor.Hazır
kirası da tıkır tıkır ödenen mis gibi bina, bari akraba hısım nasiplensin diye Rusya’yla
deri ticaretine başladım.” Dedi.
Soğuk savaşta Rusya’yla deri ticareti yapan CIA ajanı
bir ortağım vardı yani dostlar. İşin garibi, Şahin’in işler büyüdükçe büyüdü, o
3 koli gönderdikçe onlar 10 koli istediler, o 20 koli gönerdikçe onlar 50 koli istediler.
Böyle böyle katlandı iş. İş bu derece büyürken bizimkiler niye kıllanmıyor diyordum
ki Şahin’in bölüm şeflerini de, saha ajanlarını da, bölge sorumlularını da deri
ticaretine ortak ettiğini farkettim.
Koskoca istihbarat birimi kendini olmayacak hallere sokmuş, adeta gerçek
bir tükan, bir şirket gibi çalışmaya başlamıştı.
Yedi dil bilen savaş stratejistimiz Bulgaristan’daki tır şoförlerine malların
gideceği yolu tariff ediyordu. Dünya üzerinde
üretilmiş tüm silahları kullanabilen mekanize subayımız fermuar seçimi yapıyordu,
en az iki dövüş sanatında uzmanlaşmış,
her türlü ölümcül durumdan sıyrılabilecek şekilde eğitilmiş ölüm makinesi saha ajanlarımız
doğu bloku ülkelerinin sokaklarında deri ceket, çanta, cüzdan satıyordu. 20.yüzyıldaki
neredeyse bütün devrimlerin, savaşların içinde bulunmuş Ortadoğu Bölge Sorumlumuz
şirketin önüne bir iskemle atmış, Karaköy’deki nalburlarla tavla atıyor,
onlarla birlikte çay içiyordu. Hepsi ticaretin bağımlılık yaratıcı dünyasına çekilmiş,
gerçek dünyayı arkalarında bırakmışlardı.
Bense, hepsinden teker teker tiksinmeye başlamıştım çoktan.
Bizim ekip böyle aylaklık ederken, Ruslar yavaştan yavaştan durumu çakmaya
başlamışlardı. Ofiste işini düzgün yapan bir ben, bir de çaycı Cemşit Abi var,
ama Cemşit Abinin dünya politikası üzerinde pek bir etkisi yok açıkçası. Her
hafta ofisi gözetlemeye gelen bir Rus ajanını paketleyip Polonezköy’e gömüyorum,
takdir edersiniz ki yorucu iş. Ağzına çaput tıktığım İvan’ın Isaac’in haddi hesabı
yok.
Baktım bu böyle olmayacak, ne Ruslar öldüre öldüre bitecek, ne bizimkiler
bu ticaret sevdasından vazgeçecek.Topladım bizim mahalleden bir kamyon adam dayadım
Karaköy’e. Cemşit Abi hariç CIA’in İstanbul ofisinde çalışan kim var kim yok bi
temiz dövdük. Şahin’in akrabalarını da Laleli’ye kadar püskürtmeyi başardık. Böylelikle ofisin manevi bekçisi olarak ben
rahat bir nefes alırken, Doğu bloku ticareti işleri de
Laleli’ye kaydırılmış oldu.Bana sorarsanız dünya tarihine yaptığım en büyük katkı
budur.
O günden sonra ofiste herkes bana farklı bir gözle bakmaya başladı, yanına
korka korka yaklaşılan bir adam oldum. Neyse ki herkes işinin başına döndü, biz
de soğuk savaşın keyifli anlarına döndük. Sorununuz ne olursa olsun dostlar, çözüm her daim bir kamyon
dolusu adam toplamakta gizlidir.
Bana bakışı değişmeyen bir tek Şahin vardı. Onunla da işte Eminönü’nde martılara
simit atıyorduk. Gizliden gizliye ticaretle uğraştığını duyuyor ancak ses çıkarmıyordum.
Sigarasını sonuna kadar çekip, “Abi aslında Berlin’e gitmek lazım bu aralar.”
Dedi.
“Gideriz Şahin, bi o eksik kalmıştı oraya da gideriz anasını satayım.” Güneş
batmaya yüz tutmuştu ve ben ılık sonbahar rüzgarında kendime, Karaköy’e,
Eminönü’ne, Soğuk Savaşa, casusluğa, Şahin’e, Rusya’ya, Amerika’ya,CIA’e ve yine
kendime en çok da kendime sessiz küfürler savuruyordum..