4 Aralık 2015 Cuma

Genç Adamlarla Röportajlar: Yavuz S. Elmas

On binleri peşinden sürükleyen Genç Adamlarla Röportajlar serimiz uzun bir aradan sonra tekrar sizlerle. Bu kez de Kişisel gelişimci, divan şairi, kraliyet ailesi üyesi ve insan kıymetleri uzmanı Yavuz Selim Elmas ile birlikteyiz. Kendisi ile Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüste buluştuk, çaylar söylendi ve sohbet başladı.




Kitap çalışmalarınız için yoğun bir döneme girmiştiniz. Türkiye’ye yeni döndünüz. Nasıl geçti son birkaç yıl?
Yeni kitap için her Türk entelektüeli gibi Amerikaya gitmek durumunda bulundum. Ama herkes  kuzeye giderken ben Güney Amerika'daydım. Marquez’in doğduğu yer olan Aracataca’da bir köyde yaklaşık 2 yıl kadar yaşadım. Çok farklı bir vizyon edindim.

Köyde geçirdiğiniz süre zarfında bazı problemler yaşandı, kişisel gelişim ve edebiyat dünyası çalkalandı. Köylüler evinizi yaktılar, arkanızdan ölüm timleri gönderildi, ne diyorsunuz konuyla ilgili?
Büyük uyuşturucu baronu Alexander McQueen’in oğlu Keita nasıl Çaykur Rizespor’a transferinde böyle şeyler yaşamışsa ben de tabi Kolombiya’dan geri dönerken birtakım sıkıntılar yaşamış bulundum. Ve halka da rahatsızlık verdiğimi inkar etmiyorum. Aslında Farisi Kültür’de Şeriati demiş ki “gittiğin yeri rahatsız etme kardeşim bu da islamiyetin 6. Şartıdır.” Ama kitap araştırmaları için rahatsız ettiğimiz kitleler oldu, toplumun hassas konularına parmak basalım derken çiğnemiş geçmişiz bazı hassas meseleleri. Hakkımda yazılanlar çoğunlukla iftira, kimsenin çoluğunu çocuğunu hedef tahtası yahut canlı kalkan olarak kullanmışlığımız yok, sosyal deney yapıyorduk. Neyse olay fazla büyümeden üstü kapandı zaten.

"Buralar hep elmaslıktı."

Rize’nin sayılı ailelerinden Elmas’ların veliahtısınız. Kraliyet kanı taşıyorsunuz, nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
Rize’de insanların çay bahçeleri varken bizim elmas bahçelerimiz vardı.Büyük dedelerim makul bir yatırım yaparak zamanında elmas tohumu almışlar ve bunun tarımını yapmışlar. Tabi mikro iklim, sadece bizim bahçede yetişmiş elmaslar. Evimiz oldukça yüksekteydi, çocukken tüm gün oturur elmas sayardık. Yorulurdum, tabi validem; Voyna Düşesi, bu yorgunluğumuzu görür, hüzünlenir uzaklara dalardı. Ara ara Doğu Asya Fatihi, Kajank Prensi ağabeyimi ziyarete Singapur’a uçardık. Ailemizin kökleri Habsburg Hanedanı’na dayanmakta.  Hanedan’dan kaçarak İngiliz Kraliyet ailesini oluşturan kolla belli organik bağlarımız var. Tabi Prenses Diana vefat ettiğinda belli gerilimler olmuş, acı tecrübeler.. Beni hep üzer bu ayrılık gayrılık. Ama kraliyet ailesinde olmanın getirdiği bazı yükümlülükler var, bunları göze almak durumundasınız.

Jet Sosyetede kendime yer bulamadım!


Jet Sosyeteye her zaman mesafeli oldunuz, Dubai, Karadağ, Monaco Prensliği hep olaylı hatırlandı. Tavrınız nedir?
Bu meseleleri kapalı kapılar ardında tutmayı hep yeğlemişimdir fakat madem konu açıldı, ben de bahsedeyim. Gençlik yıllarımda Riyad’dayım; Salman bin Abdulaziz’in abilerinin çocuklarıyla aram çok iyi, sürekli saraydayım. Biz bunlarla bir gün okey oynuyoruz,  bu şerefsizler taş çalıyor. Bakın dikkat ediniz diyorum ki “arkadaşlar, taş çalmak okey oyununun mütemmim bir cüz-üdür. Fakat taş çaldığınızı bilirsek mevzu “lazım-ı gayr-ı mufârık” hükmüne girer. Tabi ben çok ateşli bir okey oyuncusu olduğumdan bu esnada gözlerim kararmıştı, ben o sinirle çocuklardan birinin başına ıstakayı geçirmiş bulundum. E mevzu büyütülüp uluslararası bir krize dönüştürülünce beni Arabistan’da Persona Non Grata, yani istenmeyen adam ilan etmek gibi bir hadsizlikte bulundular. Sadece Hac ve Umre ibadetlerimi yerine getirmek için bu bölgeye gider oldum. 

Rize’deki fildişi kulenizden İstanbul’a gelişiniz nasıl oldu?
Hayat felsefem dadımın dediği gibi: Be humble but have balls.
Beni Cemil Meriç davet etti, rahmetliyi çok severdim.  Özellikle ideolojiler idraklere giydirilmiş deli kaftanlarıdır.” Sözünü hayat mottom edindim. Ve üstüne şu sözü içtenlikle söyleme cüretinde de bulundum: Bence de ideolojiler idraklere giydirilmiş deli kaftanlarıdır.Cemil Meriç’in davetiyle kendisinin mezun olduğu Pertevniyal Lisesi’nde İstanbul maceram başladı. Bu süreçte Voyna düşesi olan annem halk ile kaynaşmam gerektiğini söylediği ve tüm gelirimi kestiği için ben de Topkapı minibüs garında 4 yıl boyunca  çeşitli vazifelerde bulundum.  “Kişisel Majino Hattım: Topkapı – Mahmutbey” romanım da bu dönemi anlatır.

Ardından bu hayata veda edip üniversiteye atılıyorsunuz.

Boğaziçi Üniversitesi İşletme, İktisat ve Politika bölümlerini yekten okuyarak susuzluğumu gidermeye çabaladım. Valedictorian olarak mezun oldum, kimseyi mahcup etmemeye çabaladım. Okula da uğradığım pek söylenemezdi, biraz daha çabalasaydım, birkaç fakülte daha Valedictorian olarak bitirilebilirdi, neden olmasın?

Aynı zamanda bir Londoner olarak tanımlanıyorsunuz.
Londra benim doğduğum yerdir diyebilirim. Bir Zümrüdüanka misali orada küllerimden bir imparatorluk inşa ettim. Tabi normal doğumum da orada olsun dilerdim, Sun gazetesine haber olacakken karadenizhaber53.com sitesinden duyuruldu dünyayı teşrifim, bu bende ömrümce bir burukluk olarak kalmıştır. Fakat bu dünyayı solumam, karakterimin serpilip oturuşu Londra sokaklarındaki aylaklığımla olmuştur.

Gelelim can yakan soruya. Türkçe’yi nasıl unuttunuz?
Çok acı bir hatıradır, paylaşayım. Kraliçe’nin daveti ile Buckingham Sarayı’nda bir davette idim. Ortam şahane, yangın yeri. Lordlar, düşesler, şövalyeler sarmış dört bir yanımı, mini çemberler oluşturulmuş sosyalleşiliyor.  Ben de o çemberden diğer çembere elimde limonlu sodam ile akıyorum, Prens Charles’ın çemberine düştüm. Charles’ın kötü bir huyu vardır çok pis güler, güldü mü de liseli ergene döner, yanındakine rahat ettirmez. Tam elimde sodam ile çembere daldım, Charles da karşıdan latife eden düşese gevrek bir kahkaha yollarken “ĞAĞAĞAĞAĞAĞA” diye elimdeki sodayı tokatladı yere düşürdü. Düşürmesiyle benim ağzımdan “bollocks” lafzı istemsizce dökülmüş oldu. Şimdi Araplarla da aram bozuk, okey oynarken ıstakayı Salman bin Abdulaziz’in yeğeninin kafasına geçirdiğimi anlatmıştım. Charles’a kafayla girsem, ikinci bir diplomatik kaosu kaldıramayız ailecek. O sinirle ben ne var ne yok sildim kafamda, Türkçe de silindi. Kraliyet ailesine de küsüm, buradan belirteyim.
Prens Charles ve gevrek kahkahası.



Önemli Not: Röportaj İngilizce yapılmış olup çeşitli bölümlerde İngilizce, Arapça,İspanyolca ve Tanzanca'dan çeviriler yapılmıştır.

Kişisel Gelişim Uzmanı olarak pek çok insana ışık oldunuz.
Kişisel gelişim alanında en büyük başarımın Cem Uzan olduğuna inanıyorum. Babası 2003 yılında beni eve Cem için özel ders vermeye çağırmıştı, 2 saatlik ders sonucunda kendisine siyasi parti kuracak kadar gaz verdim.  İyi mi yaptım kötü mü yaptım buna tarih karar versin istiyorum.

Doğal ortamında bir Cem Uzan

Röportajın bu noktasında Yavuz Bey durgunlaşıyor, gözleri uzun uzun boğaza dalıyor. Kalemini eline alıp oracıkta bulduğu bir kağıt parçasına bir şeyler karalıyor. Asıl konuşmamız gereken konuyu atladığımızı görüyorum. "Şiir" diyorum.


"Divan şiiri kariyerim hep çalkantılıydı."

Şair Elmas'tan bahsedelim biraz da, ne dersiniz?
Bir şair olarak doğdum, şiir sevemedim. Belli bir yaşa kadar renk körü idim. Yalnızca mavi ve yeşil rengi görebiliyordum. Nasıl ki Peyami Safa çektiği acılarla, geçirdiği hastalıklarla boğuşarak 9. Hariciye Koğuşu'nu yazmış, ben de şiirlerimi bu acıyla yoğurdum. Haseki Sultan’ım Pertev-i Afitab Sua-i Mahitab Lalezar Hanım’a “Sen mavi giy, ben denizi unuturum.” Demiştim, kariyer başlangıcım budur. Ancak bu yetmiyordu, hep bir açlık hissettim şiire karşı, hem doğuştan şairdim hem de şiir sevmiyordum, nasıl yapacaktık?

Şeyh Galip beni bu alana itmiştir. Haliç sırtlarında kulağıma çalınan:

“Ah minel ışk-ı ve halatihi,
Ahraka kalbi bi hararatihi,
Manazara ayni ila gayrikum,
Uksimu billahi ve ayatihi…”

Dizeleri beni yerden yere vurdu, mecnun oldum. "Bu işi yapmalıyım." dedim kendi kendime.divan şairi olmak istedim. Ancak divan şairliği stajım beni çok zorladı. Fuzuli’nin yanına gittim, kendisi:

Ne yanar kimse bana âteş-i dîlden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı”

Beyitini söylüyordu, o bunu söylerken ben stajyerlik için kapısını çaldım. Ama çok fakir olduğu için eski kapı aşağı düştü, kırıldı. Sonra Şikayetname’yi yazdı kapı yüzünden Kanuni’ye. Fuzuli, çok cimri patrondu, Stajyerlerine ticket verir onu da 12 günden yatırırdı, sigorta yok yol yok rezillik gerçekten.
Favorim Nef’idir. Ama işte çok haylazdı duramıyordu. Sarkazm sanatının bayrak taşıyıcısıdır kendisi. Kanadalı sit-com senaristleri tanısa dipleri düşer. Ama işte laf soka soka boğdurttu kendini.  Nef’i kendine yazık etti açıkçası.
"Bence de ideolojiler idraklere giydirilmiş deli kaftanlarıdır."

Yavuz mu Selim mi?
Sana hangisi lazım?

Beş bin Türk Lirası

Genç adamlara ne tavsiyelerde bulunursunuz?
Tavsiyem, genelde ceplerinde 150-200 bin TL taşımaları yönündedir.  Lazım olur, mekanı satın almaları gerekir. Ben 5 bin TL’lik özel banknotlar yaptırdım, o şekilde taşıyabiliyorum, Kapalıçarşı tarafında arkadaşlar var bununla uğraşan, isteyen olursa daha da yaptırırız çekinmesinler. Genç adamlar, ceplerinde bulunsun.

Son olarak bir mesajınız var mı?
Büyük Türk düşünür Sagopa Kajmer şöyle der: "Beni update edin, rapi şadettim kulaklara download edin." bunu unutmasınlar yeter. Sağlıcakla kalın.

Yavuz Selim Elmas bir süredir Topkapı sırtlarında kendini tasavvufa adanmış bir biçimde yaşıyor ve mutevazı bir hayat sürüyor. Kendisi İnsan Kıymetleri Borsası, Ayaklı Linkedin, Vito Web Search Optimizasyonu, Çay Teorisyenliği, Uber Übermensch gibi projelerde fikir mesaisi harcıyor. Hayran mektupları ve felsefi metinleri okumak dışındaki zamanını pazarlama gurularına özel kişisel gelişim dersi vererek değerlendiriyor. Şubat ayı itibari ile kendisini New York Üniversitesi kürsülerinde göreceğiz. İmkanı olanlar kaçırmasın.


16 Kasım 2015 Pazartesi

All Hail the Drama

İngilizler 5 çayına bekliyor.

12 Kasım 2015 Perşembe

Mükemmel Düşman

Craig Gilholm, profesyonel golfçülerin gözyaşlarıyla banyo yapan adam..

3 Kasım 2015 Salı

Müdahiller - Kısa Film



Tüm dünya tarihine müdahale etme şansınız olsaydı ne yapardınız? Bir kaç ufak değişikliği mazur görürdünüz değil mi? Birkaç pişmanlığı, yanlışlığı, bozukluğu değiştirmeyi... Dert etmeyin, Müdahiller bunun için var! Dünyanın pişmanlıklarını düzeltmeye çalışan bir ofis dolusu eğlenceli insan karşınızda..


Yönetmen: Anıl Tokur
Hikaye: Salih Karapınar
Klorofilm / 2014


Dinleyin Ulan Develer!


Dinleyin Ulan Develer!

İstanbul'da en büyük benim. Baba takımının da haracını kestik.Bize posta koyacak kimse kalmadı. Benim attığım dikişi kimse sökemez o kadar!

-Arnavut!
-Buyur Abi.
-Votkamla eriği çalıştır ulaen!

Varsa bu dikişi sökecek, çıksın görelim.

Dikiştutmaz Sabri / 1976

17 Şubat 2015 Salı

Bir Casus Hikayesi


            Sene 1972, Şahin’le birlikte Eminönü’nde martılara simit atıyoruz. CIA için çalışıyorum o zamanlar, tabi soğuk savaşın da en güzel yılları. Yapacak çok bir iş yok o hafta, Moskova’dan gelen bir subay vurulacak, tanık bırakılmayacak.  
İş basit ama Şahin adamın sadece topuklarına sıkmakta kararlı. Resim çizer gibi imza atıyor pezevenk.  Son on-on iki görevdir adamakıllı kimseyi öldüremedik. Kremlin Sarayı’nın çevresinde topallayarak yürüyen ne kadar asker, bürokrat varsa Şahin’in işidir o bilesiniz. Savaşı psikolojik buhranla çökertecekmiş. Çocuk gelişimi okuyan adamı casus yaparsan olacağı o zaten. Varsa yoksa psikoloji anasını satayım.
Zeytinburnu’lu olduğunu da illa belli edecek ibne. Çatıştığımız her yere once tespih atıyor adam. CIA  ajanı mıyız, mekan basan Aksaray mafyası mıyız anlamıyorum. Bu dengesiz adam ne diye çocuk gelişimi okumaya başlamıştı onu da anlamadım da neyse, mevzu bu değil. 

(70'lerde çakı gibiyim tabi)

Oysa ne hayallerim vardı, ne triplerle girmiştim casusluk dünyasına. Adeta birer Bond olacaktık. Sonra Şahin’le tanıştım işte. Zeytinburnu’nda oturan, çekik bir Kazak’tı Şahin. Bütün sülalesi dericilikle uğraşıyormuş. Casus  olmasaymış deri tabakçısı olacakmış, Bir de sırıta sırıta anlatmıyor mu bunları, deli oluyorum. Ne dünya politikası, ne kızışan ikili ilişkiler umurunda değil adamın. Tek derdi sigortasının vaktinde yatması. Geçenlerde muhasebeye gitmiş bizim Jack’i sıkıştırıyor. “Banane kardeşim CIA bu aralar sıkışıktaysa. Benim param yatacak, sigortam günü geldi mi ödenecek. Bütün akrabaları yığayım mı buraya onu mu istiyorsunuz?” diyor.

(Operasyon'ların çoğu Taksim'de oluyor takdir edersiniz ki.)

CIA’in İstanbul binası Karaköy’de o sıralar.İthalat-İhracat şirketi olarak görünüyoruz, tutup kapıya CIA tabelası asacak halimiz yok. Baktım Şahin’in akrabaları şirkete sık sık gelip gitmeye başladı. Gelen kamyonetin,  giden kolinin haddi hesabı yok. Sordum Şahin’e, “koçum ne ayaksın?” diye.“Abi baktım şirket kuzu gibi yatıyor, boşuna duruyor.Hazır kirası da tıkır tıkır ödenen mis gibi bina, bari akraba hısım nasiplensin diye Rusya’yla deri ticaretine başladım.” Dedi.
Soğuk savaşta Rusya’yla deri ticareti yapan  CIA  ajanı bir ortağım vardı yani dostlar. İşin garibi, Şahin’in işler büyüdükçe büyüdü, o 3 koli gönderdikçe onlar 10 koli istediler, o 20 koli gönerdikçe onlar 50 koli istediler. Böyle böyle katlandı iş. İş bu derece büyürken bizimkiler niye kıllanmıyor diyordum ki Şahin’in bölüm şeflerini de, saha ajanlarını da, bölge sorumlularını da deri ticaretine ortak ettiğini farkettim.
Koskoca istihbarat birimi kendini olmayacak hallere sokmuş, adeta gerçek bir tükan, bir şirket gibi çalışmaya başlamıştı.
Yedi dil bilen savaş stratejistimiz Bulgaristan’daki tır şoförlerine malların gideceği yolu tariff ediyordu.  Dünya üzerinde üretilmiş tüm silahları kullanabilen mekanize subayımız fermuar seçimi yapıyordu,  en az iki dövüş sanatında uzmanlaşmış, her türlü ölümcül durumdan sıyrılabilecek şekilde eğitilmiş ölüm makinesi saha ajanlarımız doğu bloku ülkelerinin sokaklarında deri ceket, çanta, cüzdan satıyordu. 20.yüzyıldaki neredeyse bütün devrimlerin, savaşların içinde bulunmuş Ortadoğu Bölge Sorumlumuz şirketin önüne bir iskemle atmış, Karaköy’deki nalburlarla tavla atıyor, onlarla birlikte çay içiyordu. Hepsi ticaretin bağımlılık yaratıcı dünyasına çekilmiş, gerçek dünyayı arkalarında bırakmışlardı.
Bense, hepsinden teker teker tiksinmeye başlamıştım çoktan.
Bizim ekip böyle aylaklık ederken, Ruslar yavaştan yavaştan durumu çakmaya başlamışlardı. Ofiste işini düzgün yapan bir ben, bir de çaycı Cemşit Abi var, ama Cemşit Abinin dünya politikası üzerinde pek bir etkisi yok açıkçası. Her hafta ofisi gözetlemeye gelen bir Rus ajanını paketleyip Polonezköy’e gömüyorum, takdir edersiniz ki yorucu iş. Ağzına çaput tıktığım İvan’ın Isaac’in haddi hesabı yok.
Baktım bu böyle olmayacak, ne Ruslar öldüre öldüre bitecek, ne bizimkiler bu ticaret sevdasından vazgeçecek.Topladım bizim mahalleden bir kamyon adam dayadım Karaköy’e. Cemşit Abi hariç CIA’in İstanbul ofisinde çalışan kim var kim yok bi temiz dövdük. Şahin’in akrabalarını da Laleli’ye kadar püskürtmeyi başardık. Böylelikle ofisin manevi bekçisi olarak ben rahat bir nefes alırken, Doğu bloku ticareti işleri de Laleli’ye kaydırılmış oldu.Bana sorarsanız dünya tarihine yaptığım en büyük katkı budur.
O günden sonra ofiste herkes bana farklı bir gözle bakmaya başladı, yanına korka korka yaklaşılan bir adam oldum. Neyse ki herkes işinin başına döndü, biz de soğuk savaşın keyifli anlarına döndük. Sorununuz  ne olursa olsun dostlar, çözüm her daim bir kamyon dolusu adam toplamakta gizlidir.
Bana bakışı değişmeyen bir tek Şahin vardı. Onunla da işte Eminönü’nde martılara simit atıyorduk. Gizliden gizliye ticaretle uğraştığını duyuyor ancak ses çıkarmıyordum. Sigarasını sonuna kadar çekip, “Abi aslında Berlin’e gitmek lazım bu aralar.” Dedi.
“Gideriz Şahin, bi o eksik kalmıştı oraya da gideriz anasını satayım.” Güneş batmaya yüz tutmuştu ve ben ılık sonbahar rüzgarında kendime, Karaköy’e, Eminönü’ne, Soğuk Savaşa, casusluğa, Şahin’e, Rusya’ya, Amerika’ya,CIA’e ve yine kendime en çok da kendime sessiz küfürler savuruyordum..