Bilgisayar öğretmeni Avni Alim Işık, trafik kazasında kaybettiği oğlu Ahican'ın ismini yaşatmak için bir robot yarışması düzenlemeye karar verir. Yanına Beden Eğitimi Öğretmeni Ruşen Bey, Müzik Öğretmeni Asliye Hanım ve TÜBİTAK'ta çalışan kayınçosu Selim'i de alarak Türkiye'nin en büyük robot yarışmasını düzenleme hayaliyle yola çıkan Avni için işler pek kafasında planladığı gibi gitmez..
Şifa Vermeye Değil, İyileşmeye Geldiniz. Gücümüzü Toplamaya Gücünüz Yoktur Efendim..
28 Kasım 2014 Cuma
JÜRİ / KISA FİLM
Bilgisayar öğretmeni Avni Alim Işık, trafik kazasında kaybettiği oğlu Ahican'ın ismini yaşatmak için bir robot yarışması düzenlemeye karar verir. Yanına Beden Eğitimi Öğretmeni Ruşen Bey, Müzik Öğretmeni Asliye Hanım ve TÜBİTAK'ta çalışan kayınçosu Selim'i de alarak Türkiye'nin en büyük robot yarışmasını düzenleme hayaliyle yola çıkan Avni için işler pek kafasında planladığı gibi gitmez..
4 Mayıs 2014 Pazar
Pazar Hoşbeşleri Dizisi- Episode 1
Merhaba,
Ben Arif. Hatırlarsanız Kötübakkal sanı ile buralarda yazmaya çalışıyorum. (Mahlas hikayesi önümüzdeki haftalarda sizlerle) 21 yaşında, öğrenci olmaya çalışıyor (öğrenme kısmı tartışmaya açık) ve de çok mutlu sayılmaz. Sigara kullanmaz, el yapımı Havana Purosu içer. (Kokusu daha katlanılabilir şekilde, ayrıca yaygın da değil pek) Sigarayı yakıştıramıyorlar zaten bana. Hem de kısa film oyunculuğu geçmişim olmama rağmen yakışmıyor düşünün. (Efsane deneyim, kısasının bile ne kadar zor olduğunu anlayınca insan uzun metraja hiç girmiyor.) Zira John Trovalta gibi içebilsek 1 yılı aşkın sürede akciğer kanseri olmamız işten bile değil. Şu sıralar öğrencilikten ziyade filozofluğa soyundum. (Felsefe hocası derste Hegel’den Diyalektik Mantık anlatırken arka sırada kaloriferde uyuklayan birinin bunları söylemesi komik değil mi sizce de?) Aslında filozofluk zor zanaat. Yazarlık ya da daha doğru bir ifadeyle “Blogger’lık” desek daha ilgi çekici ve basit olur aslında. (ve de klişe belki) Eklemeden geçemeyeceğim, bacaları da hiç sevmem, kasvet veriyor insana. Havalandırmalar daha “cool” değil mi? Hem filmlerde bacalardan yapılan soygun gördünüz mü? Zaten Noel Baba da düzgün biri olsaydı bacadan girmezdi değil mi? Odamı temizlemeyeli baya oldu. Artık kalan cips artıklarından oluşan komünler beni odadan dışarı atarsa şaşmayın. Kabile savaşı çıktı aralarında geçen gün. Ribozom'u gelişmiş olanlar olmayanlara karşı hücum ilan etti. Uzun süren muharebelerden sonra hücre duvarı kalın olanlar üstünlüğü ele geçirdiler. Evde şiddet var resmen. Bir gece elimde yastıkla kapınızda bitiverebilirim. (Yastığı almama izin verirlerse tabii ki) Geçenlerde de 2 gün üst üste suitleri çektik. Ve bunu yapmadan geçemeyeceğim;
Ama aslında suitler şu şekilde kalmalıydı ve 60’lardan sonra Don Draper trendi hiç değişmemeliydi.
Kahve içmeyi de çok severim. (Malum konu blog yazısı olunca kahvesiz olmaz.) Ama mide rahatsızlığım olduğundan içemiyorum pek. Bunun yerine hobi olarak Starbucks’dan kahve koklarım. Haftada bir saat fix. Koklama duyusuyla coffee expert olacak biri varsa benim. Arada kaçamak yapıp kahve aldığında da alakasız şeyler yazdırmayı seviyoruz. Misal geçen Şukufe yazdıralım dedik, çalışanın şaşkın bakışları 6 gün 7 gece uykularımızı süsledi. Sadece gece de uyumuyoruz bu arada. Ara sıra şekerleme yapmayı severiz. Özellikle Pazar kahvaltısını magazinle beraber yapıp (–spoiler- yarısı Kemal Bebek’le yarısı da Hira Bebek’le alakalı oluyor –spoiler-) sonrasında yarım saat uzanıp kestirmekten çok çok keyif alırız. Amma velakin son günlerde sağolsun Doğuş Grubu metro çalışmalarından ötürü bu uykuyu bana çok görüyor.
Ne kadar zor olabilir ki bir metro yapmak. Alaycı bakışlarınızı üzerimde hisseder gibiyim. Tamam zor olabilir de neden hafta sonu sabah 08:30’da başlarsın ki çalışmaya. İşçileri hadi bir kenara bıraktım bizim canımız yok mu?
Çay edebiyatı yapmam, ama çayı severim. Çayı da popüler görüşün inadına şekerli içerim. “Şekersiz daha güzel oluyor, siz çay değil şeker içiyorsunuz.” diyenlere ters ters bakarım. Çayın kaşığını artistik bir manevra ile çıkarıp, yere dökülmek için can atan damlayı ustaca geri çaya bıraktıktan sonra kaşığı yavaşça çay tabağına koyanları ukalaca süzer ve bıyık altı gülerim. Yel değirmenlerini görünce Don Kişot kesilir, atımı isterim. Bisiklete binmeyi bilmem ama uçurtmaları gökyüzüyle buluşturmayı severim. Bisiklete binmeyen çocuk mu olur demeyin, herkes bisiklete binerken biz akülü arabamızla Sarıyer sokaklarında yanlıyorduk.
İlk Pazar Köşesi tavsiyemizi de verip,bu haftalık rutinimize dönelim sevgili okurlar. Eğer bizleri İstanbul'dan takip ediyorsanız, Cumartesi günü gün ağarırken Kuleli Askeri Lisesi'nin önünde balık tutmadan şu şehirden ayrılmayınız. Hemen yanı başınızda amatör köşe yazarları, hafta içi stresini atmaya gelen beyaz yakalılar, balığın has olduğu yerden gelen orta yaşlı Karadenizliler, Çengelköy'ün fularlı sakinleri, hayattan keyif alan üniversite öğrencileri, hayat felsefesi yapmada Yunanlılardan geri durmayan beyaz kirli sakallı balıkçılar... Hemen hepsi şu trafiğinden gürültüsüne, kalabalığından curcunasına kadar bıkkınlık veren şehrin bütün kötülüklerini bir anda yok ediyor.
Zaten 1-2 saat da olsa rutinden şaşmayacaksak İstanbul'da yaşamanın ne anlamı var?
Ben Arif. Hatırlarsanız Kötübakkal sanı ile buralarda yazmaya çalışıyorum. (Mahlas hikayesi önümüzdeki haftalarda sizlerle) 21 yaşında, öğrenci olmaya çalışıyor (öğrenme kısmı tartışmaya açık) ve de çok mutlu sayılmaz. Sigara kullanmaz, el yapımı Havana Purosu içer. (Kokusu daha katlanılabilir şekilde, ayrıca yaygın da değil pek) Sigarayı yakıştıramıyorlar zaten bana. Hem de kısa film oyunculuğu geçmişim olmama rağmen yakışmıyor düşünün. (Efsane deneyim, kısasının bile ne kadar zor olduğunu anlayınca insan uzun metraja hiç girmiyor.) Zira John Trovalta gibi içebilsek 1 yılı aşkın sürede akciğer kanseri olmamız işten bile değil. Şu sıralar öğrencilikten ziyade filozofluğa soyundum. (Felsefe hocası derste Hegel’den Diyalektik Mantık anlatırken arka sırada kaloriferde uyuklayan birinin bunları söylemesi komik değil mi sizce de?) Aslında filozofluk zor zanaat. Yazarlık ya da daha doğru bir ifadeyle “Blogger’lık” desek daha ilgi çekici ve basit olur aslında. (ve de klişe belki) Eklemeden geçemeyeceğim, bacaları da hiç sevmem, kasvet veriyor insana. Havalandırmalar daha “cool” değil mi? Hem filmlerde bacalardan yapılan soygun gördünüz mü? Zaten Noel Baba da düzgün biri olsaydı bacadan girmezdi değil mi? Odamı temizlemeyeli baya oldu. Artık kalan cips artıklarından oluşan komünler beni odadan dışarı atarsa şaşmayın. Kabile savaşı çıktı aralarında geçen gün. Ribozom'u gelişmiş olanlar olmayanlara karşı hücum ilan etti. Uzun süren muharebelerden sonra hücre duvarı kalın olanlar üstünlüğü ele geçirdiler. Evde şiddet var resmen. Bir gece elimde yastıkla kapınızda bitiverebilirim. (Yastığı almama izin verirlerse tabii ki) Geçenlerde de 2 gün üst üste suitleri çektik. Ve bunu yapmadan geçemeyeceğim;
Suitleri çekince hissettiğim |
Ama aslında suitler şu şekilde kalmalıydı ve 60’lardan sonra Don Draper trendi hiç değişmemeliydi.
Reklamcıyız ezelden, Suitimiz Diesel'den |
Kahve içmeyi de çok severim. (Malum konu blog yazısı olunca kahvesiz olmaz.) Ama mide rahatsızlığım olduğundan içemiyorum pek. Bunun yerine hobi olarak Starbucks’dan kahve koklarım. Haftada bir saat fix. Koklama duyusuyla coffee expert olacak biri varsa benim. Arada kaçamak yapıp kahve aldığında da alakasız şeyler yazdırmayı seviyoruz. Misal geçen Şukufe yazdıralım dedik, çalışanın şaşkın bakışları 6 gün 7 gece uykularımızı süsledi. Sadece gece de uyumuyoruz bu arada. Ara sıra şekerleme yapmayı severiz. Özellikle Pazar kahvaltısını magazinle beraber yapıp (–spoiler- yarısı Kemal Bebek’le yarısı da Hira Bebek’le alakalı oluyor –spoiler-) sonrasında yarım saat uzanıp kestirmekten çok çok keyif alırız. Amma velakin son günlerde sağolsun Doğuş Grubu metro çalışmalarından ötürü bu uykuyu bana çok görüyor.
Sağdaki 26. kuşaktan kuzenim |
Çay edebiyatı yapmam, ama çayı severim. Çayı da popüler görüşün inadına şekerli içerim. “Şekersiz daha güzel oluyor, siz çay değil şeker içiyorsunuz.” diyenlere ters ters bakarım. Çayın kaşığını artistik bir manevra ile çıkarıp, yere dökülmek için can atan damlayı ustaca geri çaya bıraktıktan sonra kaşığı yavaşça çay tabağına koyanları ukalaca süzer ve bıyık altı gülerim. Yel değirmenlerini görünce Don Kişot kesilir, atımı isterim. Bisiklete binmeyi bilmem ama uçurtmaları gökyüzüyle buluşturmayı severim. Bisiklete binmeyen çocuk mu olur demeyin, herkes bisiklete binerken biz akülü arabamızla Sarıyer sokaklarında yanlıyorduk.
Gözlüklerim şekil, yolumdan çekil |
İlk Pazar Köşesi tavsiyemizi de verip,bu haftalık rutinimize dönelim sevgili okurlar. Eğer bizleri İstanbul'dan takip ediyorsanız, Cumartesi günü gün ağarırken Kuleli Askeri Lisesi'nin önünde balık tutmadan şu şehirden ayrılmayınız. Hemen yanı başınızda amatör köşe yazarları, hafta içi stresini atmaya gelen beyaz yakalılar, balığın has olduğu yerden gelen orta yaşlı Karadenizliler, Çengelköy'ün fularlı sakinleri, hayattan keyif alan üniversite öğrencileri, hayat felsefesi yapmada Yunanlılardan geri durmayan beyaz kirli sakallı balıkçılar... Hemen hepsi şu trafiğinden gürültüsüne, kalabalığından curcunasına kadar bıkkınlık veren şehrin bütün kötülüklerini bir anda yok ediyor.
Zaten 1-2 saat da olsa rutinden şaşmayacaksak İstanbul'da yaşamanın ne anlamı var?
3 Mayıs 2014 Cumartesi
Rahat Aklın Eleştirisi
Bırak diyordu içinden bir ses
akışına bırak. Hâlbuki “işleri akışına bırakmak” durumun rutin haline
dönmesinden çıkar sağlayacak olanlar tarafından uydurulmuş büyük, koca bir
yalan gibiydi. Daha çok ressamlar tarafından korkunun eseri olarak resmedilmiş
bir tablo. Korkaklar tarafından ardına sığınılan büyük bir kale. Öyle bir kale
ki, arkadaşların desteğiyle bir surları yükselen, umutlarla kapıları
güçlendirilen, hayallerle hendekleri kazılan, zaman geçtikçe büyüyen,
genişleyen; ama sonrasında sadece zaman gibi kuvvetli bir düşman karşısında
birdenbire hezimete uğrayan bir kale. ‘Akışına bırakmak’ gibi bir anlamsız
beklenti yerine başarı, aşk ya da para (adını siz koyun) gibi soyut fakat en
azından sınıflandırılabilir kavramları belirleyip bunlar için çaba sarf etmek
daha ulaşılabilir bir gaye değil mi sizce? Kalede tıkılı kalmak yerine meydan savaşına çıkmak,
gerektiğinde müttefiklerinizle (ki bu durumda dostlarınız oluyor) istişare
etmek, ihtiyaçlarınızı ve stratejinizi belirlemek, istediğinizi elde etmede daha
erişilebilir bir yol sunuyor sanki. Aynı zamanda sizin dertlerinizi ya da
isteklerinizi umursamayan, şikâyet etmenizden bıkan ya da sizi küçük gören şahıslardan
da bu sihirli sözcük öbeğini sık sık duyabilirsiniz. “Abi akışına bırak.” Hâlbuki kestirme yoldan gitmek yerine içinden
geçenleri reel olarak dile getirse daha yardımcı olmaz mı? Teselli etmek,
kırmamak ya da inanmamak adına yapılan hamleler uzun vadede daha büyük
zararlarla karşılaşmamıza sebebiyet vermiyor mu? Bir şeyi mi satın almak
istiyorsun? Al! Başarı mı istiyorsun? Elde et! Biriyle tanışmak mı istiyorsun?
Tanış! Hiçbir şey yapamıyorsan bunlar için efor sarf et. Ama ‘akışına bırakma!’ Bunun için çabala, savaş, gerekirse meydanda öl ama kendi yarattığın kalende
sonunu bekleme. Korkunun umutlarının önüne geçmesine izin verme. (Biraz daha emir
kipiyle devam edersem azıcık popülaritesi olan, yazları kitap fuarlarına imza
gününe giden, belediyelerin kültür merkezlerinde ufak çaplı seminerler veren kişisel
gelişimci yazısına dönecek sanırım. Cidden etkilenenler varsa parmak kaldırsın bir şey deneyeceğim. Ama üslup çoğunlukla gaz veriyor bu da kabul
ettiğimiz bir gerçek.)
Şaka maka blogu kişisel gelişim
temasına sürükleyip ismini de Genç Adamsın yerine Nasıl Genç Kalabilirsiniz
tarzında bir revizyona sokarak üniversitelerin itiraf sayfalarında paylaşırız. (sounds
like a good plan, right?)
Her neyse; ben ki hoşlandığı kızı başkasına
kaptıran adam, ben ki Sıla’nın Oluruna
Bırak şarkısını fazla dinlemekten fiyaskoların tarihini yazmış adam, ben ki hobi
olarak arkadaşlarına ‘Moruk o kız sana hayatta bakmaz’ diyerek onların
gözlerinden yaşam pırıltısının kayboluşunu izleyen adam, ben ki sınavlarda ‘Boş
ver müdür, hem çalışsan ne olacak’ diyerek kendisi evde gizli gizli çalışan
adam,
Ben yakın geçmiş ve geleceğimden
ecnebicesi ‘Let it flow’ olan bu fiiliyatı siliyor ve size de aynısını tavsiye
ediyorum değerli Lihtenştayn Sakinleri.
Zaten, kim korkaklardan hoşlanabilir ki?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)