4 Mayıs 2014 Pazar

Pazar Hoşbeşleri Dizisi- Episode 1

Merhaba,


       Ben Arif. Hatırlarsanız Kötübakkal sanı ile buralarda yazmaya çalışıyorum. (Mahlas hikayesi önümüzdeki haftalarda sizlerle) 21 yaşında, öğrenci olmaya çalışıyor (öğrenme kısmı tartışmaya açık) ve de çok mutlu sayılmaz. Sigara kullanmaz, el yapımı Havana Purosu içer. (Kokusu daha katlanılabilir şekilde, ayrıca yaygın da değil pek) Sigarayı yakıştıramıyorlar zaten bana. Hem de kısa film oyunculuğu geçmişim olmama rağmen yakışmıyor düşünün. (Efsane deneyim, kısasının bile ne kadar zor olduğunu anlayınca insan uzun metraja hiç girmiyor.) Zira John Trovalta gibi içebilsek 1 yılı aşkın sürede akciğer kanseri olmamız işten bile değil. Şu sıralar öğrencilikten ziyade filozofluğa soyundum. (Felsefe hocası derste Hegel’den Diyalektik Mantık anlatırken arka sırada kaloriferde uyuklayan birinin bunları söylemesi komik değil mi sizce de?) Aslında filozofluk zor zanaat. Yazarlık ya da daha doğru bir ifadeyle “Blogger’lık” desek daha ilgi çekici ve basit olur aslında. (ve de klişe belki) Eklemeden geçemeyeceğim, bacaları da hiç sevmem, kasvet veriyor insana. Havalandırmalar daha “cool” değil mi? Hem filmlerde bacalardan yapılan soygun gördünüz mü? Zaten Noel Baba da düzgün biri olsaydı bacadan girmezdi değil mi? Odamı temizlemeyeli baya oldu. Artık kalan cips artıklarından oluşan komünler beni odadan dışarı atarsa şaşmayın. Kabile savaşı çıktı aralarında geçen gün. Ribozom'u gelişmiş olanlar olmayanlara karşı hücum ilan etti. Uzun süren muharebelerden sonra hücre duvarı kalın olanlar üstünlüğü ele geçirdiler. Evde şiddet var resmen. Bir gece elimde yastıkla kapınızda bitiverebilirim. (Yastığı almama izin verirlerse tabii ki) Geçenlerde de 2 gün üst üste suitleri çektik. Ve bunu yapmadan geçemeyeceğim;

Suitleri çekince hissettiğim

          Ama aslında suitler şu şekilde kalmalıydı ve 60’lardan sonra Don Draper trendi hiç değişmemeliydi.

Reklamcıyız ezelden, Suitimiz Diesel'den 

              Kahve içmeyi de çok severim. (Malum konu blog yazısı olunca kahvesiz olmaz.) Ama mide rahatsızlığım olduğundan içemiyorum pek. Bunun yerine hobi olarak Starbucks’dan kahve koklarım. Haftada bir saat fix. Koklama duyusuyla coffee expert olacak biri varsa benim. Arada kaçamak yapıp kahve aldığında da alakasız şeyler yazdırmayı seviyoruz. Misal geçen Şukufe yazdıralım dedik, çalışanın şaşkın bakışları 6 gün 7 gece uykularımızı süsledi. Sadece gece de uyumuyoruz bu arada. Ara sıra şekerleme yapmayı severiz. Özellikle Pazar kahvaltısını magazinle beraber yapıp (–spoiler- yarısı Kemal Bebek’le yarısı da Hira Bebek’le alakalı oluyor –spoiler-) sonrasında yarım saat uzanıp kestirmekten çok çok keyif alırız. Amma velakin son günlerde sağolsun Doğuş Grubu metro çalışmalarından ötürü bu uykuyu bana çok görüyor.


Sağdaki 26. kuşaktan kuzenim
            Ne kadar zor olabilir ki bir metro yapmak. Alaycı bakışlarınızı üzerimde hisseder gibiyim. Tamam zor olabilir de neden hafta sonu sabah 08:30’da başlarsın ki çalışmaya. İşçileri hadi bir kenara bıraktım bizim canımız yok mu?

            Çay edebiyatı yapmam, ama çayı severim. Çayı da popüler görüşün inadına şekerli içerim. “Şekersiz daha güzel oluyor, siz çay değil şeker içiyorsunuz.” diyenlere ters ters bakarım. Çayın kaşığını artistik bir manevra ile çıkarıp, yere dökülmek için can atan damlayı ustaca geri çaya bıraktıktan sonra kaşığı yavaşça çay tabağına koyanları ukalaca süzer ve bıyık altı gülerim. Yel değirmenlerini görünce Don Kişot kesilir, atımı isterim. Bisiklete binmeyi bilmem ama uçurtmaları gökyüzüyle buluşturmayı severim. Bisiklete binmeyen çocuk mu olur demeyin, herkes bisiklete binerken biz akülü arabamızla Sarıyer sokaklarında yanlıyorduk.

Gözlüklerim şekil, yolumdan çekil

İlk Pazar Köşesi tavsiyemizi de verip,bu haftalık rutinimize dönelim sevgili okurlar. Eğer bizleri İstanbul'dan takip ediyorsanız, Cumartesi günü gün ağarırken Kuleli Askeri Lisesi'nin önünde balık tutmadan şu şehirden ayrılmayınız. Hemen yanı başınızda amatör köşe yazarları, hafta içi stresini atmaya gelen beyaz yakalılar, balığın has olduğu yerden gelen orta yaşlı Karadenizliler, Çengelköy'ün fularlı sakinleri, hayattan keyif alan üniversite öğrencileri, hayat felsefesi yapmada Yunanlılardan geri durmayan beyaz kirli sakallı balıkçılar... Hemen hepsi şu trafiğinden gürültüsüne, kalabalığından curcunasına kadar bıkkınlık veren şehrin bütün kötülüklerini bir anda yok ediyor.

Zaten 1-2 saat da olsa rutinden şaşmayacaksak İstanbul'da yaşamanın ne anlamı var? 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder