29 Kasım 2012 Perşembe

Reiseführer für Jugendliche Maenner


Leben In Berlin -1-
Konumuz Almanya olunca başlığımızı da afili olsun diye Almanca atmış bulunduk sayın blogseverler. Ama lisede hocanın anlattıklarına hafif bir kulak kabarttıysanız ya da Google Translate gibi popüler ama azıcık yanıltıcı bir seçeneği kullanırsanız başlığı ‘Berlin’de Yaşam’ olarak çevirmek mümkün. Konumuzu fazla dağıtmadan Berlin’e geri dönelim. İlk olarak şehre ayak bastığınız andan itibaren kendi ülkemizle Avrupa’yı kıyaslamaktan vazgeçmek lazım. (Havaalanında 5 taksiciden 4’ünün Türk olduğu istatistikleri bunu zorlaştırıyor tabii ki.)  Zira acı gerçeği belirtmekte fayda var. Maalesef değerli gençler, biz yarım asır geriden geliyoruz. Bu nedenden dolayı kıyaslamayı bırakıp şehrin güzelliklerine ve yapısına odaklanmakta şüphesiz hepimiz için fayda var. Bu arada ‘Abi inanır mısın, orda tüm taksiler Mercedes yaaaa.’ diyerek de bir klişeye imza atmayacağım. Çünkü bu geyik yıllardır bizi tüketmiş durumda. Ama yine de açıklık getirmesi açısından

Havaalanına indiğinizin akabinde dikkatinizi çeken ilk şey düzen olur. Şehir aynı düşlenen bazı ütopyalar gibi şaşmayan bir düzene sahip. Daha çok distopya da denebilir. Hatta Alman sineması kuruluşundan itibaren bu düzeni artı ve eksileriyle eleştirmiştir. 1927 Fritz Lang yapımı Metropolis filmi de bu düzeni komünist felsefede inceleyen Berlin’in ve Almanya’nın kült film örneklerinden sadece biridir. Dikkat çekici noktalardan biri de Almanlar bu düzeni koruma ve kollama işini severek ve isteyerek yapıyor. Her şey hiç durmayan bir saat gibi işliyor. Buna ekonomileri de dâhil. Bugünkü Avrupa Birliği’nin ekonomik krizinin etkilerini yine Atlas misali Hanslar ve Helgalar omuzlamış durumda anlayacağınız. İkinci olarak dikkat edeceğiniz şey ise ulaşımdaki bisiklet kolaylığı. Bisiklet için ayrı yollar ve de trafik ışıkları bunu doğrular nitelikte.

Bebek gezdirmek ya da grup ile kullanılmak için özel donanımlı bisikletleri de görmek mümkün. 

Hatta 6-8 arasında kişinin kullandığı bisiklet-bar tarzı modelleri de Oktoberfest haftasında ya da havanın güzel olduğu zamanlarda –ki bu oldukça zor bulunan bir zaman dilimi- görmek de mümkün, değerli okurlar. 

Eğer olur da kaybolursanız –ki tren aracılığıyla gelmişseniz muhtemelen olursunuz- endişelenmenize gerek yok. Genç jenerasyonun çoğu az-çok İngilizce bilmekte… Bilmeyene rastlarsanız da Türkçe konuşma olasılığı %90’lara vurabilir. Fakat yaşlı populasyonun fazla olduğu yerlerde adres sormak; bazen azarlanma, terslenme ya da küçümsenme reaksiyonları gösterebilir. Çünkü; aramızda kalsın, Berlin Duvarı’nın şehri ikiye ayırmasına tanık olan, komünist rejimin acıları içinde yoğrulan ve buna rağmen sanayileşme devrimini bir üst seviyeye taşıyan bu jenerasyon arada çok çok aksi ve çirkef olabiliyor. Hatta duyduk ki yüzünüze gülüp yanlış adres tarif edenleri bile varmış. Bu hareketin rövanşını İstanbul’da Sultanahmet’in yerini soran Alman turistleri Esenler’e hatta Beylikdüzü tarafına göndererek de alabilirsiniz. Ama en güzel çözüm, Iphone ya da Android işletim sistemli telefonlar için Deutsche Bahn ya da Bvg uygulamalarını indirmek olabilir. Diğer bir tercih ise 1969’da yapılan 368 metre yüksekliği bulunan Fernsehturm(Televizyon Kulesi) olabilir. Bu Berlin’in simgelerinden olan devasa kule şehrin her tarafından görülebildiğinden ona göre yön tayin edilebilir. Hemen altında ise diğer bir önemli meydan Alexanderplatz bulunur. Şu an bu kulenin tepesine çıkıp şehri panorama izlemek mümkün.

 Ayrıca merak edenler için evet duyduklarınız doğru; metro (Bahn) sisteminde turnike ile bilet sistemi yok. Metro sistemi –ki hemen hemen şehirdeki her yerleşim birimini kapsar- ile seyahat ederseniz kimse size binerken bilet sormaz. Fakat bunun Almanlar tarafından suistimal edildiği görülmemiştir. Şehir sakinleri değil kendileri için köpekleri hatta bisikletleri için bilet alanlar var. Lakin şehre yılda 6 milyondan fazla gelen –Berlin nüfusunun 3.4 milyon olduğunu varsayarsak yaklaşık nüfusun iki katına denk geliyor- turist kafilesi ve şehrin göçmen kitlesi bu sistemi suistimal etmek istediğinden metrolarda sivil kontrol görevlileri kol geziyor. Arkadaşlarınızla metroda sohbet ederken karşınızda size gülümseyen sevimli bir nine size bilet sorabilir ya da piercingler sebebiyle yüzü zor seçilen, siyahlar içindeki bir punk kitap okuyan bir gencin omzuna dokunup birden bilet isteyebilir. Ama genellikle bir durakta, biri vagonun sağ tarafından biri sol tarafından olmak üzere, iki görevli kontrole başlar. Çoğu zaman da bu iş saatlerine denk gelir. Eğer biletiniz olmadan bindiğiniz tespit edilirse 40 Euro cezası var. Bizim hala düşlediğimiz bu ulaşım sistemini, bizim darbe yaptığımız yıllar(1960lar)da oturtan Almanlar şehri yaşanması en kolay şehirlerden biri haline getirmişler. Ayrıca Almanya’da “Alman eğitim sistemine bağlı” bir üniversite öğrencisi iseniz bizdeki paso sistemi gibi Bvg kartı çıkarttırıp makul bir fiyata metroya 6 aylık bilet alabilirsiniz.   
Berlin mutfağına gelecek olursak; öyle bir şey yok. Sadece –onlarca çeşidi olan- Alman birası ve hot-dog var. Almanya’ya ilk defa 60larda gelen ve bu boşluğu çok iyi yakalayan vatandaşlarımız döner, kebap, lahmacun(Turkish Pizza), köfte ve bilumum Türk yemekleri ile senelik potansiyeli milyarlar olan bir sektör oluşturmayı başarmışlar. Berlin’in kimi zaman köşe başında büfe, kimi zaman restaurant olarak hemen hemen her yerinde dönerci bulmak mümkün. Ayrıca Meksika, Çin ve Fransız mutfakları da mevcut. Lakin dominant olan millet Türkler olmuş. Türkiye’deki dönerlerden farklı olarak sos kavramı da burayla özdeşleşmiş durumda. Marketlerde de kendinizi ülkenize yabancı hissetmeyebilirsiz. “+Ayfer komme burada domates çok uygunmuş. –Nein Canan Abla, diğer yerde daha az.” gibi yarım Türkçe yarım Almanca diyaloglara da şahit olmak mümkün. Bu arada Berlin Avrupa’nın en ucuz şehirlerinden biri. (Elbette kendi kategorisiyle kıyaslıyorum gençler. Amsterdam, Paris, Roma gibi şehirlerle... Slovenya, Romanya gibi ülkelerin şehirleriyle değil.) Tabii ki alışverişte kendi ülkenizin para birimini unutacaksınız. Yoksa içinizden “Bu kahveyi 12 liraya mı içtim şimdi?” gibi serzenişlerde bulunabilirsiniz. 
Şehrin liberal anlayışına gelirsek, biraz da multicultural yapıdan olsa gerek insanlara saygı konusunda Berlin Nirvanaya doğru emin adımlarla ilerliyor. Sokaklarda; 60’larının sonlarında, saçını üçe vurdurmuş ve pembeye boyatmış teyzeler de görebiliyorsun, sakallı Arap adamlar da… Saçını başını dağıtmış mutlu mesut müzik dinleyen kızlar da var, takım elbisesiyle dosyalarını düzenleyen bir iş adamı da… Türbanlı bir teyzemizi çocukları okula götürürken de görüyorsunuz, metroda yavaş bir şekilde mızıkasına üfleyen zenciyi de…


 Kimse kimseyi yadırgamıyor, kimse kimseyi yargılamıyor. Başkalarının özgürlük sınırının içine girmediğiniz müddetçe, kimse sizi umursamıyor. Rahatlığı sokaklardan hissedebiliyorsunuz. Uyuşturucu kullanımı ve temini hemen hemen serbest… Avrupa’nın Amsterdam’dan sonra 2. en büyük gay populasyonuna sahip…  Punk akımını hala yürürlükte kaldığı nadir şehirlerden biri… Tüm bunlara rağmen toplumsal çatışmalara yer verilmiyor. Ya da olursa da bu çatışmalar şiddet seviyesine geçmiyor. Kısacası önyargıların olmadığı, dil, din ve ırk ayrımlarının yapılmadığı tam anlamıyla özgür bir şehir Berlin…
-Dipnot: Özgürlük demişken yine bir klişe olan ‘Almanya’da osurmak normalmiş abi, geğirenleri ayıplıyorlarmış.’diye bir geyiği kim çıkarmış, nerden çıkarmışsa bi gelsin konuşalım. Bu şahsı incelemesi için İsviçreli sosyologları göreve çağırıyorum. - 

 


28 Kasım 2012 Çarşamba

İzmarit

Words of wisdom değil lakin ;
Şimdi,

Bir çoğu okulda,bir çoğu da işinde.

Önceliği evine ekmek getirmek olan,yine de sokağın sertliğinden nasibini almış,semt aralarındaki ufak parklarda vakit öldüren adamların semtinde yaşamak,gördüğün en kötü rüyadan daha karanlık.90'ların çocukları komşunun ettiği kavgayı duyacak kadar ince duvarlı evlerde oturdu.Düşüncelerinizden veyahut dış görünüşünüzden yaftalanıp,çocukluğunuzu insanların size karşı çektiği ince çizginin üzerinde geçirmek ; ister istemez size hayata karşı tutarlı ancak sert olmayı öğretiyor.

Bir sigara herşeyi unutturuyor


Genç adamların dünyası ; küçük çocukların özendiğinden veya iş-güç sahibi orta yaşlıların azımsadığından daha derin.

Bir sigara herşeyi unutturuyor


Bizim ilk tanıdığımız sosyologlar ; Park banklarında çekirdek çitlerken ; hayatı bize anlatmaya çalışan abilerimiz veya yaşıtlarımızdı.Konuşmaları gerekmiyordu.Eğer birşey onlara uymuyorsa bakışlarından anlıyorduk.Eğleniyorduk,sıkılıyorduk,kavga ediyorduk ama hiçbirimiz eve dönmek istemiyorduk.Herkes çocuk olmanın verdiği sorumluluğun bilincindeydi.Bir çoğumuzun anne-babası ayrıydı.Kimse de bundan şikayetçi değildi.Durumun ciddiyetini ön göremiyorduk.Bizim için boşanmış aile ; haftaiçi ve haftasonu ayrı harçlık alma durumuydu.'' Bir çok kişinin ailesi boşanıyor,bi' sen değilsin ki ameaaa'' diyen 17'lik ergen kızlar ve babası SSK primlerini dışardan yatıran 18'lik delikanlılar bilmiyor ki ; Ailesi boşanmış bir çocuk,freni boşalmış bir araba gibidir moruk ; eninde sonunda bir yere çarpar. Ailenizin sizden beklentileri sanıldığı gibi 30 yaşından sonra değil ; 12 yaşından sonra başlıyor.İlkokulda sağlam bir altyapı ve öğrenilmesi zorunlu dil kuralları,Ortaokulda matematiğin ve tarihin başları,Lisede ise ilk sigaranın ve tarihin detayları.100 m2'lik evde bulamadığınız huzuru,2 m2'lik okul tuvaletlerinde bulduğunuz günler hani..

Bir sigara herşeyi unutturuyor

Ondan sonra bir' de üniversite işi giriyor tabi araya.Birçok insana şaşıyorum birader ben.Hem okuyup,hem çalışıyorlar.Hem de ortaokuldan beri.Bak çetelesini tut onların ; adam olacak olanlar onlar işte.2030'ların zenginleri,sert adamları ve bankacılıktan öte bir işte çalışmayı başarabilmiş bayanları.Hani işe gitmek için bineceği 90 kapasiteli ancak 20000 kişi aldan şehir içi otobüsünü durakta beklerken suratında kendi parasını kazanmanın,bir işte tutunmanın gururu ve hayatın onu yorduğu yüzünden ve sigara içişinden belli olan adamlar var ya ; onlar hani.

Bir sigara herşeyi unutturuyor


Son 2 senedir kendi halimi sorgularken,elde ettiğim sonuçlar benliğimi geri dönüşüm kutusu'na göndermeye yetti.Sağ tıkla ve sil hatta.21 yaşına kadar 3 işte çalıştım.Hepsi kısa dönem.Parasal sorunlar seni çalışmaya itiyor ne yazık ki.30 yaşıma geldiğimde ( ki istemiyorum ) ailesinin eline bakan bir adam olmaktan korkuyorum ben.Eğitim süresini uzatıp bir de tüm masrafları ailenize yıkmak,bütün hobilerinizin totalini ailenizden istemek,günlük ihtiyacınız olan parayı ailenizden almak siz de öyle bir sıkıntı yaratıyor ki ; sabahın s*kinde kalkıp yazı yazıyorsunuz.O derece birşey.Hayatınızı değiştirmek için yeniden bir başlangıç yapmak için veya artık hayat değiştiremeyeceğiniz b*ktan bir akışa girdiyse ; sona doğru biraz daha yaklaşmak için ; sevdiğiniz kızın kollarından ayrılıp,bir sigara yakıp,gecenin sonu mu yoksa sabahın başı mı diye düşündüğünüz karanlık bir saatte dışarı çıkmanız gerekiyor.Bankanın,Caminin,Pastahanenin,Hastahanenin,Postahanenin,Mezarlığın yolu da bir sokaktır moruk.Çıkın ve sokakları dinleyin.Yürürken hayatınızı ve en önemlisi sevdiklerinizi düşünün ;
Bir sigara herşeyi unutturuyor
Kulağımda Malcolm X'in,Martin Luther King'in,Tupac'ın,Biggie'nin sesi çınlarken ;

Moda Caddesi üzerinde,

Beşiktaş'ta okuyan,okul harçlığını çıkarmak için vapura kaçak binip iki yakada da mendil satan Ortaokul öğrencisi Ahmet

Nijerya'ya zengin dönmek için bir çok ülkeye gidip ; en son Yunanistan'dan Türkiye'ye gelerek saat satmaya Kadıköy'de devam eden ; Beyazıt'ta afrikadan gelen 15 arkadaşıyla bir arada kalan seyyar satıcı Ahmad

Moda'da oturan,yaşamaktan bunalmış,vasıfsız,dünyadan çıkış yolunu arayan başarısız TC vatandaşı ben ;
bütün dünyaya inat,homurdanan elitlerin bakışları arasında bir dal sigarayı dönüyoruz.İnanın moruk ;
Bir sigara herşeyi unutturuyor



Muhabbeti güzel ve mahcup adamlar erken öldüler. Yükleri ağırmış, ondan.

23 Kasım 2012 Cuma

Sirkeli Derviş


                Ben daha Mutezile ilan edilmeden, henüz sakallarım evrimini tamamlayıp kiremit kırmızısı rengini almadan, hatta Rusya’nın aslında o kadar da geniş bir ülke olmadığını anlamamdan çok çok önce, seksenler edasıyla tasarlanmış beyaz fayanslı bir holde dikiliyordum. 
                O yıllar genelde inanılmaz sıkıcı zamanlar olduğu için karşılaştığım her şeyde bir eğlence, sıkıntımı giderecek bir öge arama çabası içindeydim. Can sıkıntısı haliyle acıktırır insanı, o yıllarda yurtta kalan her erkek gibi aklımda tek bir düşünce vardı. Hayır hayır, diğeri : “Kileri patlatmak..”
                Işte bahsettiğim seksenler edasıyla döşenmiş fayanslı hol, nihai amacımda büyük önem teşkil ediyordu.Coğrafi konum itibariyle bu alanı ele geçirmiş olmak, mutfağı, kileri, hazırlık odasını ve yemekhaneyi en hakim bölgeden gözetleme fırsatı sunuyordu.
                Girer girmez kameraları tespit etmiş, tüm çıkışları saymış, korumaları saptamıştım. Gerçi koruma olarak sayabileceğimiz tek kişi, sırtı kapıya dönük bir şekilde patlıcan soyan aşçı abi idi ancak, tehlike tehlikedir. Aşçı abinin yine patlıcan yapma planını anladığımda kendisinden bir kez daha tiksindim. Daha sonraları bu kinimin aslında aşçı abiye değil, patlıcanın kendisine olduğunu acı bir tecrübeyle anlayacaktım.
                Neyse, hain planımı başlatmak üzere  aşçıya görünmeden kiler kapısına ulaşmam ve elimi kapının koluna atmamla hüsranlara garkolmam bir oldu. Kapı, kilitliydi..
                Teneke teneke peynirler, göz nuru zeytinler, ince ince kesilmiş salamlar, balçık balçık çikolatalar, tarihi geçmek üzere olan helvalar, yumruklarımla buluşmak için buzlukta asılı bekleyen koyunlar komple sahipsiz kalmıştı.Ne yapacaktım şimdi?
                Çaresiz, B planımı uygulamaya geçirmeliydim. O ana dek bu planımı hazırlamamış olduğumdan, önce kendimi sessizce ayıpladım. Kendimden yeterince utandıktan ve tiksindikten sonra, bir makine düzeninde çalışan beynime danışarak anında bir B planı üretip uygulamaya koydum.
                6 adım içerisinde aşçıya görünmeden yemekhaneye ulaşabilirsem, ekmek dolabını tırtıklayabilir, hatta bir çılgınlık yapıp ekmeğe tuz basarak akıl almaz lezzetler yakalayabilirdim.Tom Cruise edasıyla hesaptaki altı adımı dörde düşürerek aşçıya da görünmeden hışımla yemekhaneye daldım.Gözlerden uzak, münzevi bir kaçamak hayaliyle daldığım yemekhanede, aslında tek olmadığımı anlamam birkaç saniyemi aldı. O, oradaydı..
                Sol tekinin önü kopmuş kahverengi terlikleriyle, paçaları dizine dek kıvrılmış gri kumaş pantolonuyla, yeşil tişörtü, lacivert fuları, çerçevesiz gözlüğü, üçe vurulmuş saçları, yılların birikimiyle uzatılmış bıyığı, kızarmış yanaklarıyla bir çok şeyden “birey” olmak uğruna vazgeçmiş bir modern zaman dervişi olarak duruyordu karşımda.O; ulvi insan, Yavızz.. Elmas kod adıyla ortalıkta tanınmadan kolayca geziyor, hoşuna gitmeyen toplumsal doktrinlere cesurca köstek oluyor, gerekirse paçalarını indirip olaya birebir müdahil oluyordu.
                Onun hakkında çok şey söylenirdi camiada.Kimis eski bir Sovyet subayı olduğundan, kimisi  Çeçen direnişine bizzat elleriyle katkıda bulunduğundan bahsederdi. Bazıları da eski bir fabricator olduğundan, çocuklarını ve eşini başka bir fabrikatöre kaptırıp kendini bu sade hayata mahkum ettiğini söylüyordu. Tabi biz bunların hepsinin onun yaymaya çabaladığı dedikodular olduğunu biliyor ama saygımızdan dolayı ses etmiyorduk. Zira muhabbeti pek bir çekilir idi.Hele çay içmeyedursun, bazı akşamlar tek başına 3 termos çayı bitirir de hala çay sorduğu olurdu.  Tabi o geceler çaycılardan çok temiz bir dayak yer, pırıl pırıl olurdu. 
                Neyse, konuyu dağıtmayalım.Bu ulvi insan çok afedersiniz hayvan gibi bir ziyafet çekiyordu ekmek dolabının oradaki mermerin üzerinde.Ekmeklikten bulduğu en fiyakalı ekmeği mermere koymuş, yanına bir tabak maydanoz almış, tuzunu, karabiberini, limonunu eksik etmemiş, üstüne bir şişe de üzüm sirkesi açmıştı. Ben onu gördüğüm sırada bir tutam maydanoza limon sıkıp ağzına doğru götürmüştü. Beni görünce istemsizce aksırdı, yüzüm gözüm maydanoz, limon oldu. Ben orada kendisinden kısa bir süre tiksindim, ama geçti. Olur böyle kazalar.
                “Oooo Salih’im, sen mi geldin?” diye uzata uzata cümleler kurmaya başladı. Bir yandan da dişinde kalan maydonozları temizliyordu diliyle.“Gel buyur, ziyafetime ortak ol” diyerek maydonozları gösterdi. Patlıcan kadar maydanozdan da tiksindiğimi biliyor olacak ki sevmediğim şeyleri ikram etmeye çalışıyordu. Böylece tüm nevale yine ona kalacak, çılgınlar gibi tüketebilecekti.Gerçi ziyafet dediği şey de hiçbir insan evladının oturacağı bir sofra değildi.Ne ekmeği ekmek, ne maydanozu yemiş, ne limonu sarıydı.Sirke mevzusuna hiç girmiyorum zaten. Hangi aklı başında insan Sirke içer arkadaş?
                Ben bunları söylerken bir bardak sirke doldurup fondipledi bu ulvi insan.Bir oh çekip elinin tersiyle sildi ağzını. “Yarasın reis.” Dedim. Başıyla onayladı. Böyle sirke içe içe bu hale gelmişti zaten bu adam. İki gün ard arda sirke içemesin elleri titremeye başlar, ondan bundan sirke parası ister, taşkınlık yapardı.Ama yalan olmasın, Ramazan aylarında sadece salatanın içindeki sirkeyle yetinir, 30 gün başka yerde ağzını sürmezdi.Ara sıra arkadaşları onu bu huyundan vazgeçirmeye çalıştılarsa da muvaffak olamamış, topluluk içinde toplu olarak aşağılanmaya maruz kalmışlardı.
                “Bak!” dedi sol elinin işaret parmağını yukarı doğru tutarak. Gösterdiği yere baktım, tavan normal gözüküyordu.Daha sonra bu ifadeyi metaforik olarak kullandığını anladım.Kendisine bakmaya başladım.Bir taraftan bana bir şeyler anlatıyor, bir taraftan da bardağına sirke doldurmaya çabalıyordu. “Şu dünyada adam akıllı bir şey varsa o da dengedir koçum. Dengesiz oldun mu boku yedin.” Bardağı doldurunca tekrar fondipleyip ağzına bir tutam daha maydanoz atarak konuşmaya devam etti.
                “Mesela dersin ki hocam yanlışın var, filozoflar öyle demiyor.Başlatma lan filozofuna!!” Anlamıştım ki Elmas iyice kıvama gelmişti. Ama saygımdan ötürü dinlemeye devam ettim. O, bu süre zarfında kah maydonoz yedi, kah ekmek tuzladı, kah sirke içti. Ama anlatmaktan da geri durmadı.Filozof denen şeyin aslında bir 20.Yüzyıl sosyolojisi uydurması olduğunu, felsefenin 1950’lerde icat edildiğini, zaten filozof denen adamların çoğu sözünün dikkatli dinlendiğinde tutarsızlıkların gırla geleceğini, zaten anlattıklarının pek de matah şeyler olmadığını, yani kısacası filozofların alaynının şerefsiz olduğunu anlattı.
                Ben bunları duydukça ister istemez gaza geldim tabi. Bi de Elmas bunları sirkeli kafayla söyleyip filozofluk yapmaya kalkınca bende ister istemez bir otokontrol mekanizması olarak ağzının ortasına bir tane geçirme isteği uyandırdı. Ama saygımdan dolayı sabit kaldım, neticede otokontrol denen mekanizma Elmas’ın bünyede işlese çok daha demokratik bir düzen olurdu.Tüm saygımla dinlemeye devam ettim.Sonra farkettim ki zaten konuşmasını bitireli uzun bir zaman olmuş, maydanoz tabağını ekmekle sıyırıyor. “Çok haklısın abi.” Dedim. Ekmeği çiğnerken kafasını kaşıyarak “Bir parça daha sosyoloji okuması yapmalısın Salih’cim.” Dedi. Tekrar saygı duydum. Bu kadar saygı duymak beni kendimden tiksindirse de, bu durum uzun sürmedi. 
                Elmas da yediği maydonozlardan ve içtiği yarım şişe sirkeden dolayı yerinde kıpraşıp durmaya başlamıştı. “Abi izninle gideyim ben.” Dedim. “Bir parça da Hegel konuşsaydık?” dedi. “Felsefe tarihine hiç girmeyelim istersen abi.” Diyerek servisi karşılamaya çalıştım.Ancak kendini bu konuyu konuşmaya hazırlamış olacak ki sirke şişesini alıp aşçı abinin yanına, mutfağa yöneldi.Geleceğin yöneticisi, büyük düşünce adamı gözümde daha da küçülmesin, şahsi tiksinmem dünyanın saadetine engel olmasın diye kendisini takip etmemeye karar verdim.“Yolun açık olsun büyük insan!” diye arkasından seslendim.Duymadı.
                İştahım kaçtığı için ellerim cepte, yemekhaneyi normal adımlarla terketmeye başladım. Gözüm bir an mutfaktaki ikiliye takıldı. Elmas,patlıcanları doğramaya geçen aşçı abinin omzuna yanlamasına combine vuruşlarla masaj yapıyor, bir yandan da Hegel’den bahsediyordu.  İkiliden yine kısa bir süreliğine tiksindim ve girdiğim holden çıkarak vestiyerin önünde vakit öldüren çocukların yanına ulaştım.
                Bir pet şişenin kapağını çıkarıp sırayla kaleye geçmek suretiyle kapağı duvara fırlatıp kafayla, ayakla, taklalarla gol atma çabasında bir spor olan “kapak” sporunu icra eden gençlerden uzun bir zamandır tiksiniyordum. Kapağı atma sırasına sahip olanı elinde kapakla yakalayıp terliğimle kafasına vurarak elindeki kapağı almaya çalıştım.Yanaşmadı.Ağzına tekme attım, Verdi.Elimde kapak, aklımda felsefe tarihi, kulağımda Elması’ın öğütleri, vestiyere daldım. Arkamdan tekrar kapak sesleri yükseldi. Hepsinden tekrar bi tiksindim..

Sabah

her inişin bir çıkışı
her gecenin bir sabahı,
var biliyorum.
beni korkutan, telaşe eden şey şu;
ya buralar sabah kısmıysa hayatın?
..
bi ürperti geldi





14 Kasım 2012 Çarşamba

Genç Adamlarla Röportajlar: A. Necip Keser


Merhaba değerli okurlar;

Genç adamsın ailesi olarak bu kez ünlü sinema eleştirmeni, sanat yönetmeni, yazar, şair,gurme, Türkiye windsurfing barış elçisi ve müteahhit A. Necip Keser’i ağırlıyoruz.
Kendisiyle sanattan spora, sinemadan inşaata, Hollywood’dan Afrika’nın ücra köşelerine uzanan geniş bir yelpazede sohbet ettik. Boğaziçi Üniversitesi Hisar Kampüsünde buluştuk, kahveler söylendi ve sohbet başladı. (Yazının ilerleyen bölümlerinde spoiler'lar olabilir, şimdiden uyaralım.) 

Merhabalar Necip Bey, nasıl gidiyor hayat?
Nasıl olsun efendim, uğraşıyoruz, koşturuyoruz.Teşekkür ederim.

Öncelikle şöyle soralım, A. Necip Keser kimdir, ne yapar?
Beni bilenler zaten bilir, ama tanımayan ufak bir azınlık varsa da açıklamak lazım tabi.Şu anda Boğaziçi Üniversitesi’nde İnşaat mühendisliği okuyan biridir A. Necip Keser. Ama onun ötesinde şöyle açıklamak gerekir, kesin olmamakla birlikte 500-600 filmin sanat yönetmenliğini yapmış ayrıca Türkiye windsurfing barış elçiliğini halen sürdürmekte olan, ve pek çok yeteneğini de saklı tutan bir insandır işte. Orta Amerika'daki  Keser soyundan gelmekteyim. Belli bir dönem Ari Keser ırkını ortaya çıkarmak için çeşitli çalışmalarda yer aldım. Brezilya, Amerika Birleşik Devletleri, Suudi Arabistan, İspanya, Gürcistan, Rusya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerde deneysel çalışmalarda, projelerde yer aldım. Keser ırkı projemiz malesef rafa kaldırılmak zorunda kaldı, bu konu hakkında konuşmak istemiyorum ama.Böyle kısaltmaya çalışalım.

Barış elçiliğinin üstünde duralım biraz isterseniz.
İnsanlar bu durumu pek anlamıyorlar.Ama windsurfing dünya barışı için çok önemli bence. Kelime anlamı “uçan mutlu fil yavrusu”, bildiğiniz gibi windsurf’ün, Latin kültüründen dünya literatürüne geçmiş bir kelime, ancak biraz da Anglosakson yönü yok değil. Çünkü bildiğiniz gibi İngiltere, okyanusun ortasında bir ülke, e böyle olunca windsurf’e her zaman ilgi duymuş bir kültür ve  bunu hep barış için kullanmışlar. Bunun en büyük kanıtı şudur, hiçbir donanmanın windsurf birliği olduğunu görmezsiniz mesela. Ancak tüm barış güçlerinin elbet bir şekilde windsurf’le bir ilgisi vardır.

Sizden önce Nasuh Mahruki bu işle uğraşıyordu değil mi?
Yani, şimdi herkes yapacağı işi düzgün seçmeli. Yani..Ben en iyiyim demiyorum.Ama en iyiyim.Yani bunu tartışmanın gerçekten bir anlamı yok.  Bana yenildi ve gitti, bu kadar basit. Tartışmayı da gerçekten uzatmayalım.Bu doğanın bir kanunu.Kapitalizm de bunu gerektiriyor. Benim de başıma geldi.
Mesela Ali Ağaoğlu’nu ele alalım.Ali Ağaoğlu benim gerçekten merakla takip ettiğim bir müteahhit.Zaten aynı sektördeyiz, biliriz birbirimizi.Şu anda “Maslak 1453” isimli projesi var. Direkt bu şekilde ifade etmek istemezdim ama o benden çalıntı mesela.Ama konuyu uzatmak istemediğim için bir şey söylemek istemiyorum.

Projeyi biraz daha açar mısınız?
(İç çekerek) Yaklaşık 87 yıllık bir proje, ilk imzayı ben attım projeye.Başlangıçta proje ismi “İstinye 1071”di, ama bildiğiniz gibi 87 yıl önce İstinye bomboş bir araziydi.Ali benden öğrendi tabi bi şeyler, ama benim hiç aklımda yoktu onun böyle bir şey yapabileceği.Projeyi benden çaldığı dönemde İstinye tabi biraz dolu olduğu için projeyi Maslak’a kaydırdı, Osmanlı hayranlığından da 1453 ile değiştirdi adını.  Ayrıca sürekli sarfettiği “Bu değil, bu değil, bu hiç değil, beni anlamıyorsunuz!” lafları da benim laflarımdır. Onlar da benden.Sonuçta ben bir barış elçisiyim, ben insanları mutlu etmeye çalışan sevecen bir müteahhitim.Benim 87 yılımı verdiğim süreci 3 dakikalık reklamla yerle bir etti.

Hakkınızı helal ediyor musunuz?
Düşünmem lazım.

Biraz da sinema hakkında konuşalım.Son dönemde şikayetçi olduğunuz konular var. Belki de en popüleri olan, vizyondaki son James Bond filmi “Skyfall” hakkında oldukça tartışma çıktı sizin adınıza.Sinema sektöründe A. Necip Keser kimdir?
Sinema sektörüne girişim, inşaat sektörüne girişimle yaklaşık olarak aynı.Aşağı yukarı 85-90 sene evvel Los Angeles’ta gavur güneşi altında kavruluyoruz.Hollywood demek biz demek, bütün o alanın müteahhiti benim.Hatta bakınız şu da ilginç bir noktadır, orada “Hollywood”da iki “L” olmasının tek sebebi benim.Normalde “holy” bildiğiniz gibi tek “L” ile yazılır.E bizim ingilizcemiz o zamanlar zayıftı tabi, iki “L” ile yazdık. 300-350 bin kadar ağaç kestik ama oradan da güzel malzeme çıktı.
("Yanlışlık olsa da tamamen iyi niyetimizden.")

E biz Hollywood’u kurduk ama in cin top oynuyor. Ne yapsak ne etsek derken,dedik bari bu kadar stüdyo falan kurduk boşa gitmesin film çekelim. Daha insanlar film çekmek ne demek bilmezken ben sanat yönetmenliği yapıyordum. Siz benim şu anda sinema eleştirmenliği yaptığıma bakmayın, beni sektörün dışına resmen itelediler. Benim asıl işim sanat yönetmenliği.Benim eleştirmenliğim zorakidir.Benim dışlanmam şu şekildedir, bilirsiniz Vertigo çekimi diye bir şey vardır.Onu ben yaptım, o tamamen benim eserimdi ve tamamen kıskançlık sebebiyle benden çalındı.

22 tane Bond filminin tamamının sanat yönetmenliğini ben üstlendim. O uçan-kaçan, su altına giren arabaları, kenarından köşesinden bıçak çıkan çantaları, ayakkabıları hep ben kendi ellerimle yaptım. Mekan-kostüm-müzik, bunların hepsi bana aittir. Ama görüyorsunuz ki, değil çalışmaya, Skyfall’un galasına bile davet edilmedim.

Sinema sektöründe artık klişeye dönüşmüş tüm soundtrack’ler de size ait değil mi?
Tabi, James Bond, Görevimiz Tehlike, Kill Bill, Son Mohikan..Bunların hepsi bana ait, hatta durun ıslıkla çalayım.(Islık çalmaya başlıyor.)Yok, yok burada rüzgar var olmadı şimdi.Evde yapıyorum ama.
Neyse bunları geçelim, bunlar popüler filmler, ben bunların dışında pek çok kült filme de imza attım. Pulp Fiction’da Tarantino neden hep ayak vurgusu yapar?  Benim ayak fetişim var da ondan!

“200 yönetmene yetecek marjinallik var bende.” demişsiniz.Doğru mudur?
Ya tabi doğru. Sinema sektöründeki çoğu gelişme benden çalmadır, anlatıyorum ya size. Mesela “Oldboy” Güney Kore sinemasına ait bir eser, ama filmin tüm senaryosunu ben türkçe yazdım.İşte orada bazı karışıklıklar oldu, çekimlerde karakterlerden biri kızkardeşiyle biri de kendi kızıyla cinsel ilişkiye giriyor ama bu tamamen çeviri hatasından kaynaklanır.Ben böyle bir şey yazmadım, yanlış anlamışlar.Zaten senaryoyu Güney Günçıkan’ın Korece-Japonca sözlüğe gore çevirmişler.E senaryo Türkçe, sen onu Japonca sözlükle çevirirsen tabi yanlış olacak.
("Normalde çekiç değil levye olacaktı" diyor Keser ve ekliyor "Chan-wook Park'ın da Allah belasını versin.")


Pek çok Uzak Doğulu yönetmenle çalıştınız, bu bölgeye sizi çeken neydi?
Şimdi, bildiğiniz gibi bunların hepsi Çinli, bunların hepsi gözleri kısık insanlar.Ve gerçekten, olaylara baktıkları zaman tam olarak göremiyorlar.E görmeden de film yapılmaz, gel bi bak tam doğru yapıyor muyuz diye yardım istediler, kıramadım.Şirin insanlar neticede.

Fight Club’ta yaşadığınız sorun neydi?
Ya yönetmenle ufak bir sorun yaşamıştık, o benim kostüm yorumlamamı anlamamış tam olarak, ben normalde iki karaktere de aynı kıyafetleri giydirecektim, yönetmen anlamamış. Zaten filmde gördüğünüz gibi Tyler Durden acayip acayip kıyafetler giyiyor, bi atlet giyiyor bi kırmızı gömlek giyiyor bi kürk giyiyor. Halbuki ben onlara çok güzel iki tane memur takım elbisesi ayarlamıştım efendi efendi. O film çok yanlış yorumlandı, zaten doğru düzgün sanat yönetmeni olmayınca beni kovunca ,işi bağlayamadıkları için Tyler’ı da yoketmek zorunda kalmışlar, saçma sapan bir iş olmuş.
("İki mazbut devlet memurunu anlattığımız filmi heba ettiler" diyor genç eleştirmen.)

Stanley Kubrick’le olan ilişkinize gelirsek..
Kubrick demeyin bana, hala sinirliyim zaten.Bir sanat yönetmeni olarak her tarafta serğiştirdiğim ayrıntıları alıp illuminati saçmalıklarıyla değiştirmiş.Böyle rezalet olmaz. Zaten “Eyes wide Shut”ın hemen ardından ölümü de bundandır, çok sinirimi bozmuştu.

İnşaatı sanatla birleştirme fikriniz nereden çıktı?
Bu ilginç bir durumdur, Trabzon halkının isteğiyle sanatsal bir proje ortaya koyalım dedik.Bu projeden sonra zaten çılgın sanatsal İnşaatlar ortaya çıktı.


(A. Necip Keser aynı zamanda inşaat sektörünün "Picasso"su olarak da biliniyor.)



Peki Afrika projeleriniz hakkında konuşacak olursak, neler söylersiniz?
Şimdi burada Afrika sineması hakkında konuşacağım ama olmayacak.Peki neden?Afrika sineması olmuyor.Olduramıyoruz. Nedenine baktığımızda şunu görüyoruz: Yönetmen aç, sanat yönetmeni aç, görüntü yönetmeni aç, kameraman ölmüş..E nasıl olsun burada sinema?

Peki neden Afrika’nın ortasında windsurfing?
Şimdi, windsurfing bildiğiniz gibi, ya okyanusta ya da denizde yapılır ve rüzgar gerektirir.  Ben barış elçisi misyonuna sahip biri olduğum için, sadece denize ya da okyanusa kıyısı olan ülkelere değil de, aç, yoksul, windsurf görmemiş ülkelere de hizmet götürmek istedim. İyi bir insanım neticede. Bu insanları windsurf’le tanıştırmak için oraya windsurf tahtalarımızı götürdük ve bunları toprağa sapladık.  Tabi sapladıktan sonra çıkarmadığımız için bunları Afrikalılara hediye olarak verdik.Ertesi yıl gittiğimizde sapladığımız tahtaların yenmiş olduğunu gördük.

Müzisyen yönünüzü ele alalım biraz da.
Müzisyen yönüm darken şu şekilde, sanat yönetmenleri genelde müziği seçmekle uğraşırlar. Ben seçmem, kendi müziğimi kendim yaparım.Çok önemli bir özelliğim vardır mesela, tüm telli çalgıları çalabiliyorum ben.Mesela ukuleleyi ben icat ettim.Nasıl olduğunu anlatmayayım şimdi, uzun sürer.

Alakasız olacak ancak illuminati hakkında ne söylersiniz?
Şimdi illuminati, aslında arapça kökenli bir kelimedir.Herkes bunun latince olduğunu söyler ama, bu yanlıştır.Şöyle ki; “ilm-ü âti”dir onun aslı, yani “geleceğin ilmi”. Ancak Latinler, çok hırslı insanlar oldukları için bu ifadeyi çalarak kendilerine uydurmuşlardır. Özünde iyidir yani illuminati, sıkıntı yok.Arapça sonuçta.

Türk Sineması ve Yeşilçam hakkında ne söylersiniz?
Allah belalarını versin.

Ekonomi ve siyaset hakkında ne düşünüyorsunuz?
İyi.

Peki Necip Bey, Ayetullah mı Necip mi?
Sana hangisi lazım?

Bir Genç Adam olarak, en derin hüznünüz bir reddedilmişlik midir, yoksa boğazınızda düğümlenen bir soru mu?
Sorular önce boğazıma takıldı, sonra ben öyle olunca kendi kendimi reddettim. O da güzel, onu da bir deneyin derim ben.

Blogumuzu takip ediyor musunuz?
Blogunuzu bazen takip ediyorum ama, yani.. Bi kaç eleman var orada, anladığım kadarıyla genç bunlar. Yani genç adamlar, evet benim çıkarırım böyle.

Okuyucularımıza önerileriniz nelerdir?
Okuyucularınız, okusunlar.Ve okumak, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.
Gençler de okusunlar ama fazla okumasınlar, sonuçta inşaat işindeyiz, çimento taşıyacak adama da ihtiyacım oluyor benim. Bu uyarımı dikkate alsınlar.




11 Kasım 2012 Pazar

Açlıkla Terbiye

     Açlıktan başım dönüyordu. Arkadaşlarım evimden gideli yaklaşık 5 saat oluyordu ve ben hala yemek yememiştim. Karnımdan yükselen garip sesler, kulaklarıma işkence ediyordu. Yemeksepeti.com'dan yemek istemeyi düşünmüştüm fakat neyle? Bildiğim kadarıyla restoranlar öpücükle yemek getirmiyordu. Paraya ya da yemeğe ihtiyacım vardı.
     Sonra aklıma onlar geldi. O buzlukta duran, kızartılmayı bekleyen, babalar gibi bir kilo köfte. 
     Heyecandan elim ayağıma dolaştı. Sevinç çığlıkları atıyordum ve bunun şerefine bir sigara yaktım. Sigaramı içime çekerken aklıma geldi; ben köfte yapmayı bilmiyordum! İnanamıyordum, neden her şey ters gitmek zorundaydı? Önce pazartesi günü olan iki vize, şimdi de köfteler. Tanrı benimle oynuyor olmalıydı. Ne yapmıştım ki böyle bir sınavla beni sınıyordu? Kimi üzmüştüm de beni cezalandırıyordu? Bir anda kafama dank etti; Onur. Benden pijama istemişti ve ben "Kanka, son pijamayı Batuhan kaptı, sana bir sikim kalmadı. Yat zıbar lan öyle!" demiştim. Yapboz parçaları yerine oturmaya başlamıştı. Her şey berraklaşıyor, aydınlanıyordu. Peki ne yapmalıydım? Hemen diz çöküp tanrıya yalvarmalı mıydım, yoksa komşuya gidip yemek ya da para mı dilenmeliydim? Komşuya gidemezdim çünkü aileme "Ateş bir bok beceremiyor, gelin besleyin bunu." demelerini istemiyordum. Ben güçlüydüm, gerekirse aç kalırdım, ama adıma leke sürdürtmezdim. 
      Hemen tuvalete gittim çünkü tuvaletim gelmişti. Tuvaletimi en güzel şekilde yaptıktan sonra lavaboya doğru, ellerimi yıkamak amacıyla yola koyuldum. Yaklaşık 57 santimetrelik klozet-lavabo arası yolculuğum boyunca tek düşündüğüm yemek, tek istediğim o köftelerdi. Hayat bana kötü davranıyor olabilirdi ancak henüz her şey bitmemişti. 
      Yaklaşık 2 ay önce aldığım, yeni telefonumu aramaya koyuldum. Telefonumu elime alıp rehbere girdim ve annemi aradım. Bir bayan çıkıp "Hattınızda kontör yok, lütfen belanızı siktirmeyiniz." tarzında sözler söylüyordu. Telefonu kapadım ve her öğrenci gibi, anneme ödemeli attım. Cevabın gelmesi çok uzun sürmedi. Önce kısaca "Görüşeceksiniz amına koyim! Sakin ol." yazan bir bildirim, daha sonra "Aradığınız abone resmen yüzünüze kapattı. Öz anneniz bile sizi takmıyor artık lan haha!" tarzında ikinci bildirimi aldım. Çok kısa bir süre sonra telefonum çalmaya başladı, annem arıyordu. Telefonu açtığımda sesi çok meraklı geliyordu. "Ne oldu annecim?" dedi. "Ya anne bu köftelerin olayı ne? Tavaya yağ dökeceğim, köfteleri koyacağım, ama yağ üstüme başıma sıçrarsa ne olacak?" dedim. "Yerlere gazete ser, kısık ateşte yap, sıkıntı olmaz evladım." dedi. Haklıydı. En başından neden düşünememiştim? 
       Gerekli hazırlıkları tamamladım ve köfte yapım sürecini başlattım. Tava arama işi en zor bölümüydü aşçılık maceramın. Tavayı ararken kafamı dolaba çarptım. Dudaklarımdan hayvanca küfürler döküldü. Tanrıya şükürler olsun ki komşularım küfürlerimi duyamayacak kadar yaşlı ve iyi niyetliydiler. Ama yine de o pis komşu karısını sevemiyordum bir türlü! (Neyse, konudan sapmamalıydım.) Tavayı buldum ve ocağa yerleştirdim. Ocağın çakmağını çaktım ve ateşi yaktım. Ocakta kızan tavaya yemek kaşığı kadar fındık yağını ekledim, yağ tüm tavaya yayılsın diye tavayı elimle kaldırıp hafifçe oynattım. Kısa süre sonra köfteleri koydum ve yemeğimin hazır olmasını beklemeye başladım.
      Başarmıştım, zafer benimdi, aç uyumayacaktım bu gece. Köftelerimi afiyetle yerken, beni hayattan soğutmaya yetecek, bütün çabalarımı boşa çıkartacak bir şey fark etmiştim. Şok olmuştum, kendime geldiğimde hatırladığım sadece şu sözlerim olmuştu; "Amına koyayım! Bozuk lan bunlar!"

5 Kasım 2012 Pazartesi

Genç Adamsın Blog Ödülleri

Kasım ayı talihlimiz necefli maşrapa oldu efendim. Kendisini tebrik ediyor, nice başarılar diliyoruz.