Ben daha Mutezile ilan
edilmeden, henüz sakallarım evrimini tamamlayıp kiremit kırmızısı rengini
almadan, hatta Rusya’nın aslında o kadar da geniş bir ülke olmadığını
anlamamdan çok çok önce, seksenler edasıyla tasarlanmış beyaz fayanslı bir
holde dikiliyordum.
O yıllar genelde inanılmaz
sıkıcı zamanlar olduğu için karşılaştığım her şeyde bir eğlence, sıkıntımı
giderecek bir öge arama çabası içindeydim. Can sıkıntısı haliyle acıktırır
insanı, o yıllarda yurtta kalan her erkek gibi aklımda tek bir düşünce vardı.
Hayır hayır, diğeri : “Kileri patlatmak..”
Işte bahsettiğim seksenler
edasıyla döşenmiş fayanslı hol, nihai amacımda büyük önem teşkil
ediyordu.Coğrafi konum itibariyle bu alanı ele geçirmiş olmak, mutfağı, kileri,
hazırlık odasını ve yemekhaneyi en hakim bölgeden gözetleme fırsatı sunuyordu.
Girer girmez kameraları tespit
etmiş, tüm çıkışları saymış, korumaları saptamıştım. Gerçi koruma olarak
sayabileceğimiz tek kişi, sırtı kapıya dönük bir şekilde patlıcan soyan aşçı
abi idi ancak, tehlike tehlikedir. Aşçı abinin yine patlıcan yapma planını
anladığımda kendisinden bir kez daha tiksindim. Daha sonraları bu kinimin aslında
aşçı abiye değil, patlıcanın kendisine olduğunu acı bir tecrübeyle
anlayacaktım.
Neyse, hain planımı başlatmak
üzere aşçıya görünmeden kiler kapısına
ulaşmam ve elimi kapının koluna atmamla hüsranlara garkolmam bir oldu. Kapı,
kilitliydi..
Teneke teneke peynirler, göz
nuru zeytinler, ince ince kesilmiş salamlar, balçık balçık çikolatalar, tarihi
geçmek üzere olan helvalar, yumruklarımla buluşmak için buzlukta asılı bekleyen
koyunlar komple sahipsiz kalmıştı.Ne yapacaktım şimdi?
Çaresiz, B planımı uygulamaya
geçirmeliydim. O ana dek bu planımı hazırlamamış olduğumdan, önce kendimi
sessizce ayıpladım. Kendimden yeterince utandıktan ve tiksindikten sonra, bir
makine düzeninde çalışan beynime danışarak anında bir B planı üretip uygulamaya
koydum.
6 adım içerisinde aşçıya
görünmeden yemekhaneye ulaşabilirsem, ekmek dolabını tırtıklayabilir, hatta bir
çılgınlık yapıp ekmeğe tuz basarak akıl almaz lezzetler yakalayabilirdim.Tom
Cruise edasıyla hesaptaki altı adımı dörde düşürerek aşçıya da görünmeden hışımla
yemekhaneye daldım.Gözlerden uzak, münzevi bir kaçamak hayaliyle daldığım
yemekhanede, aslında tek olmadığımı anlamam birkaç saniyemi aldı. O, oradaydı..
Sol tekinin önü kopmuş
kahverengi terlikleriyle, paçaları dizine dek kıvrılmış gri kumaş pantolonuyla,
yeşil tişörtü, lacivert fuları, çerçevesiz gözlüğü, üçe vurulmuş saçları,
yılların birikimiyle uzatılmış bıyığı, kızarmış yanaklarıyla bir çok şeyden
“birey” olmak uğruna vazgeçmiş bir modern zaman dervişi olarak duruyordu
karşımda.O; ulvi insan, Yavızz.. Elmas kod adıyla ortalıkta tanınmadan kolayca
geziyor, hoşuna gitmeyen toplumsal doktrinlere cesurca köstek oluyor, gerekirse
paçalarını indirip olaya birebir müdahil oluyordu.
Onun hakkında çok şey söylenirdi
camiada.Kimis eski bir Sovyet subayı olduğundan, kimisi Çeçen direnişine bizzat elleriyle katkıda
bulunduğundan bahsederdi. Bazıları da eski bir fabricator olduğundan,
çocuklarını ve eşini başka bir fabrikatöre kaptırıp kendini bu sade hayata
mahkum ettiğini söylüyordu. Tabi biz bunların hepsinin onun yaymaya çabaladığı
dedikodular olduğunu biliyor ama saygımızdan dolayı ses etmiyorduk. Zira
muhabbeti pek bir çekilir idi.Hele çay içmeyedursun, bazı akşamlar tek başına 3
termos çayı bitirir de hala çay sorduğu olurdu.
Tabi o geceler çaycılardan çok temiz bir dayak yer, pırıl pırıl olurdu.
Neyse, konuyu
dağıtmayalım.Bu ulvi insan çok afedersiniz hayvan gibi bir ziyafet çekiyordu
ekmek dolabının oradaki mermerin üzerinde.Ekmeklikten bulduğu en fiyakalı
ekmeği mermere koymuş, yanına bir tabak maydanoz almış, tuzunu, karabiberini,
limonunu eksik etmemiş, üstüne bir şişe de üzüm sirkesi açmıştı. Ben onu
gördüğüm sırada bir tutam maydanoza limon sıkıp ağzına doğru götürmüştü. Beni
görünce istemsizce aksırdı, yüzüm gözüm maydanoz, limon oldu. Ben orada
kendisinden kısa bir süre tiksindim, ama geçti. Olur böyle kazalar.
“Oooo Salih’im, sen mi geldin?”
diye uzata uzata cümleler kurmaya başladı. Bir yandan da dişinde kalan
maydonozları temizliyordu diliyle.“Gel buyur, ziyafetime ortak ol” diyerek
maydonozları gösterdi. Patlıcan kadar maydanozdan da tiksindiğimi biliyor
olacak ki sevmediğim şeyleri ikram etmeye çalışıyordu. Böylece tüm nevale yine
ona kalacak, çılgınlar gibi tüketebilecekti.Gerçi ziyafet dediği şey de hiçbir
insan evladının oturacağı bir sofra değildi.Ne ekmeği ekmek, ne maydanozu
yemiş, ne limonu sarıydı.Sirke mevzusuna hiç girmiyorum zaten. Hangi aklı
başında insan Sirke içer arkadaş?
Ben bunları söylerken bir bardak
sirke doldurup fondipledi bu ulvi insan.Bir oh çekip elinin tersiyle sildi
ağzını. “Yarasın reis.” Dedim. Başıyla onayladı. Böyle sirke içe içe bu hale
gelmişti zaten bu adam. İki gün ard arda sirke içemesin elleri titremeye
başlar, ondan bundan sirke parası ister, taşkınlık yapardı.Ama yalan olmasın,
Ramazan aylarında sadece salatanın içindeki sirkeyle yetinir, 30 gün başka
yerde ağzını sürmezdi.Ara sıra arkadaşları onu bu huyundan vazgeçirmeye
çalıştılarsa da muvaffak olamamış, topluluk içinde toplu olarak aşağılanmaya
maruz kalmışlardı.
“Bak!” dedi sol elinin işaret
parmağını yukarı doğru tutarak. Gösterdiği yere baktım, tavan normal
gözüküyordu.Daha sonra bu ifadeyi metaforik olarak kullandığını
anladım.Kendisine bakmaya başladım.Bir taraftan bana bir şeyler anlatıyor, bir
taraftan da bardağına sirke doldurmaya çabalıyordu. “Şu dünyada adam akıllı bir
şey varsa o da dengedir koçum. Dengesiz oldun mu boku yedin.” Bardağı
doldurunca tekrar fondipleyip ağzına bir tutam daha maydanoz atarak konuşmaya
devam etti.
“Mesela dersin ki hocam yanlışın
var, filozoflar öyle demiyor.Başlatma lan filozofuna!!” Anlamıştım ki Elmas
iyice kıvama gelmişti. Ama saygımdan ötürü dinlemeye devam ettim. O, bu süre
zarfında kah maydonoz yedi, kah ekmek tuzladı, kah sirke içti. Ama anlatmaktan
da geri durmadı.Filozof denen şeyin aslında bir 20.Yüzyıl sosyolojisi uydurması
olduğunu, felsefenin 1950’lerde icat edildiğini, zaten filozof denen adamların
çoğu sözünün dikkatli dinlendiğinde tutarsızlıkların gırla geleceğini, zaten
anlattıklarının pek de matah şeyler olmadığını, yani kısacası filozofların alaynının
şerefsiz olduğunu anlattı.
Ben bunları duydukça ister
istemez gaza geldim tabi. Bi de Elmas bunları sirkeli kafayla söyleyip
filozofluk yapmaya kalkınca bende ister istemez bir otokontrol mekanizması
olarak ağzının ortasına bir tane geçirme isteği uyandırdı. Ama saygımdan dolayı
sabit kaldım, neticede otokontrol denen mekanizma Elmas’ın bünyede işlese çok
daha demokratik bir düzen olurdu.Tüm saygımla dinlemeye devam ettim.Sonra
farkettim ki zaten konuşmasını bitireli uzun bir zaman olmuş, maydanoz tabağını
ekmekle sıyırıyor. “Çok haklısın abi.” Dedim. Ekmeği çiğnerken kafasını
kaşıyarak “Bir parça daha sosyoloji okuması yapmalısın Salih’cim.” Dedi. Tekrar
saygı duydum. Bu kadar saygı duymak beni kendimden tiksindirse de, bu durum
uzun sürmedi.
Elmas da yediği maydonozlardan
ve içtiği yarım şişe sirkeden dolayı yerinde kıpraşıp durmaya başlamıştı. “Abi
izninle gideyim ben.” Dedim. “Bir parça da Hegel konuşsaydık?” dedi. “Felsefe
tarihine hiç girmeyelim istersen abi.” Diyerek servisi karşılamaya çalıştım.Ancak
kendini bu konuyu konuşmaya hazırlamış olacak ki sirke şişesini alıp aşçı
abinin yanına, mutfağa yöneldi.Geleceğin yöneticisi, büyük düşünce adamı
gözümde daha da küçülmesin, şahsi tiksinmem dünyanın saadetine engel olmasın
diye kendisini takip etmemeye karar verdim.“Yolun açık olsun büyük insan!” diye
arkasından seslendim.Duymadı.
İştahım kaçtığı için ellerim
cepte, yemekhaneyi normal adımlarla terketmeye başladım. Gözüm bir an
mutfaktaki ikiliye takıldı. Elmas,patlıcanları doğramaya geçen aşçı abinin
omzuna yanlamasına combine vuruşlarla masaj yapıyor, bir yandan da Hegel’den
bahsediyordu. İkiliden yine kısa bir
süreliğine tiksindim ve girdiğim holden çıkarak vestiyerin önünde vakit öldüren
çocukların yanına ulaştım.
Bir pet şişenin kapağını çıkarıp
sırayla kaleye geçmek suretiyle kapağı duvara fırlatıp kafayla, ayakla,
taklalarla gol atma çabasında bir spor olan “kapak” sporunu icra eden
gençlerden uzun bir zamandır tiksiniyordum. Kapağı atma sırasına sahip olanı
elinde kapakla yakalayıp terliğimle kafasına vurarak elindeki kapağı almaya
çalıştım.Yanaşmadı.Ağzına tekme attım, Verdi.Elimde kapak, aklımda felsefe
tarihi, kulağımda Elması’ın öğütleri, vestiyere daldım. Arkamdan tekrar kapak
sesleri yükseldi. Hepsinden tekrar bi tiksindim..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder