23 Kasım 2012 Cuma

Sirkeli Derviş


                Ben daha Mutezile ilan edilmeden, henüz sakallarım evrimini tamamlayıp kiremit kırmızısı rengini almadan, hatta Rusya’nın aslında o kadar da geniş bir ülke olmadığını anlamamdan çok çok önce, seksenler edasıyla tasarlanmış beyaz fayanslı bir holde dikiliyordum. 
                O yıllar genelde inanılmaz sıkıcı zamanlar olduğu için karşılaştığım her şeyde bir eğlence, sıkıntımı giderecek bir öge arama çabası içindeydim. Can sıkıntısı haliyle acıktırır insanı, o yıllarda yurtta kalan her erkek gibi aklımda tek bir düşünce vardı. Hayır hayır, diğeri : “Kileri patlatmak..”
                Işte bahsettiğim seksenler edasıyla döşenmiş fayanslı hol, nihai amacımda büyük önem teşkil ediyordu.Coğrafi konum itibariyle bu alanı ele geçirmiş olmak, mutfağı, kileri, hazırlık odasını ve yemekhaneyi en hakim bölgeden gözetleme fırsatı sunuyordu.
                Girer girmez kameraları tespit etmiş, tüm çıkışları saymış, korumaları saptamıştım. Gerçi koruma olarak sayabileceğimiz tek kişi, sırtı kapıya dönük bir şekilde patlıcan soyan aşçı abi idi ancak, tehlike tehlikedir. Aşçı abinin yine patlıcan yapma planını anladığımda kendisinden bir kez daha tiksindim. Daha sonraları bu kinimin aslında aşçı abiye değil, patlıcanın kendisine olduğunu acı bir tecrübeyle anlayacaktım.
                Neyse, hain planımı başlatmak üzere  aşçıya görünmeden kiler kapısına ulaşmam ve elimi kapının koluna atmamla hüsranlara garkolmam bir oldu. Kapı, kilitliydi..
                Teneke teneke peynirler, göz nuru zeytinler, ince ince kesilmiş salamlar, balçık balçık çikolatalar, tarihi geçmek üzere olan helvalar, yumruklarımla buluşmak için buzlukta asılı bekleyen koyunlar komple sahipsiz kalmıştı.Ne yapacaktım şimdi?
                Çaresiz, B planımı uygulamaya geçirmeliydim. O ana dek bu planımı hazırlamamış olduğumdan, önce kendimi sessizce ayıpladım. Kendimden yeterince utandıktan ve tiksindikten sonra, bir makine düzeninde çalışan beynime danışarak anında bir B planı üretip uygulamaya koydum.
                6 adım içerisinde aşçıya görünmeden yemekhaneye ulaşabilirsem, ekmek dolabını tırtıklayabilir, hatta bir çılgınlık yapıp ekmeğe tuz basarak akıl almaz lezzetler yakalayabilirdim.Tom Cruise edasıyla hesaptaki altı adımı dörde düşürerek aşçıya da görünmeden hışımla yemekhaneye daldım.Gözlerden uzak, münzevi bir kaçamak hayaliyle daldığım yemekhanede, aslında tek olmadığımı anlamam birkaç saniyemi aldı. O, oradaydı..
                Sol tekinin önü kopmuş kahverengi terlikleriyle, paçaları dizine dek kıvrılmış gri kumaş pantolonuyla, yeşil tişörtü, lacivert fuları, çerçevesiz gözlüğü, üçe vurulmuş saçları, yılların birikimiyle uzatılmış bıyığı, kızarmış yanaklarıyla bir çok şeyden “birey” olmak uğruna vazgeçmiş bir modern zaman dervişi olarak duruyordu karşımda.O; ulvi insan, Yavızz.. Elmas kod adıyla ortalıkta tanınmadan kolayca geziyor, hoşuna gitmeyen toplumsal doktrinlere cesurca köstek oluyor, gerekirse paçalarını indirip olaya birebir müdahil oluyordu.
                Onun hakkında çok şey söylenirdi camiada.Kimis eski bir Sovyet subayı olduğundan, kimisi  Çeçen direnişine bizzat elleriyle katkıda bulunduğundan bahsederdi. Bazıları da eski bir fabricator olduğundan, çocuklarını ve eşini başka bir fabrikatöre kaptırıp kendini bu sade hayata mahkum ettiğini söylüyordu. Tabi biz bunların hepsinin onun yaymaya çabaladığı dedikodular olduğunu biliyor ama saygımızdan dolayı ses etmiyorduk. Zira muhabbeti pek bir çekilir idi.Hele çay içmeyedursun, bazı akşamlar tek başına 3 termos çayı bitirir de hala çay sorduğu olurdu.  Tabi o geceler çaycılardan çok temiz bir dayak yer, pırıl pırıl olurdu. 
                Neyse, konuyu dağıtmayalım.Bu ulvi insan çok afedersiniz hayvan gibi bir ziyafet çekiyordu ekmek dolabının oradaki mermerin üzerinde.Ekmeklikten bulduğu en fiyakalı ekmeği mermere koymuş, yanına bir tabak maydanoz almış, tuzunu, karabiberini, limonunu eksik etmemiş, üstüne bir şişe de üzüm sirkesi açmıştı. Ben onu gördüğüm sırada bir tutam maydanoza limon sıkıp ağzına doğru götürmüştü. Beni görünce istemsizce aksırdı, yüzüm gözüm maydanoz, limon oldu. Ben orada kendisinden kısa bir süre tiksindim, ama geçti. Olur böyle kazalar.
                “Oooo Salih’im, sen mi geldin?” diye uzata uzata cümleler kurmaya başladı. Bir yandan da dişinde kalan maydonozları temizliyordu diliyle.“Gel buyur, ziyafetime ortak ol” diyerek maydonozları gösterdi. Patlıcan kadar maydanozdan da tiksindiğimi biliyor olacak ki sevmediğim şeyleri ikram etmeye çalışıyordu. Böylece tüm nevale yine ona kalacak, çılgınlar gibi tüketebilecekti.Gerçi ziyafet dediği şey de hiçbir insan evladının oturacağı bir sofra değildi.Ne ekmeği ekmek, ne maydanozu yemiş, ne limonu sarıydı.Sirke mevzusuna hiç girmiyorum zaten. Hangi aklı başında insan Sirke içer arkadaş?
                Ben bunları söylerken bir bardak sirke doldurup fondipledi bu ulvi insan.Bir oh çekip elinin tersiyle sildi ağzını. “Yarasın reis.” Dedim. Başıyla onayladı. Böyle sirke içe içe bu hale gelmişti zaten bu adam. İki gün ard arda sirke içemesin elleri titremeye başlar, ondan bundan sirke parası ister, taşkınlık yapardı.Ama yalan olmasın, Ramazan aylarında sadece salatanın içindeki sirkeyle yetinir, 30 gün başka yerde ağzını sürmezdi.Ara sıra arkadaşları onu bu huyundan vazgeçirmeye çalıştılarsa da muvaffak olamamış, topluluk içinde toplu olarak aşağılanmaya maruz kalmışlardı.
                “Bak!” dedi sol elinin işaret parmağını yukarı doğru tutarak. Gösterdiği yere baktım, tavan normal gözüküyordu.Daha sonra bu ifadeyi metaforik olarak kullandığını anladım.Kendisine bakmaya başladım.Bir taraftan bana bir şeyler anlatıyor, bir taraftan da bardağına sirke doldurmaya çabalıyordu. “Şu dünyada adam akıllı bir şey varsa o da dengedir koçum. Dengesiz oldun mu boku yedin.” Bardağı doldurunca tekrar fondipleyip ağzına bir tutam daha maydanoz atarak konuşmaya devam etti.
                “Mesela dersin ki hocam yanlışın var, filozoflar öyle demiyor.Başlatma lan filozofuna!!” Anlamıştım ki Elmas iyice kıvama gelmişti. Ama saygımdan ötürü dinlemeye devam ettim. O, bu süre zarfında kah maydonoz yedi, kah ekmek tuzladı, kah sirke içti. Ama anlatmaktan da geri durmadı.Filozof denen şeyin aslında bir 20.Yüzyıl sosyolojisi uydurması olduğunu, felsefenin 1950’lerde icat edildiğini, zaten filozof denen adamların çoğu sözünün dikkatli dinlendiğinde tutarsızlıkların gırla geleceğini, zaten anlattıklarının pek de matah şeyler olmadığını, yani kısacası filozofların alaynının şerefsiz olduğunu anlattı.
                Ben bunları duydukça ister istemez gaza geldim tabi. Bi de Elmas bunları sirkeli kafayla söyleyip filozofluk yapmaya kalkınca bende ister istemez bir otokontrol mekanizması olarak ağzının ortasına bir tane geçirme isteği uyandırdı. Ama saygımdan dolayı sabit kaldım, neticede otokontrol denen mekanizma Elmas’ın bünyede işlese çok daha demokratik bir düzen olurdu.Tüm saygımla dinlemeye devam ettim.Sonra farkettim ki zaten konuşmasını bitireli uzun bir zaman olmuş, maydanoz tabağını ekmekle sıyırıyor. “Çok haklısın abi.” Dedim. Ekmeği çiğnerken kafasını kaşıyarak “Bir parça daha sosyoloji okuması yapmalısın Salih’cim.” Dedi. Tekrar saygı duydum. Bu kadar saygı duymak beni kendimden tiksindirse de, bu durum uzun sürmedi. 
                Elmas da yediği maydonozlardan ve içtiği yarım şişe sirkeden dolayı yerinde kıpraşıp durmaya başlamıştı. “Abi izninle gideyim ben.” Dedim. “Bir parça da Hegel konuşsaydık?” dedi. “Felsefe tarihine hiç girmeyelim istersen abi.” Diyerek servisi karşılamaya çalıştım.Ancak kendini bu konuyu konuşmaya hazırlamış olacak ki sirke şişesini alıp aşçı abinin yanına, mutfağa yöneldi.Geleceğin yöneticisi, büyük düşünce adamı gözümde daha da küçülmesin, şahsi tiksinmem dünyanın saadetine engel olmasın diye kendisini takip etmemeye karar verdim.“Yolun açık olsun büyük insan!” diye arkasından seslendim.Duymadı.
                İştahım kaçtığı için ellerim cepte, yemekhaneyi normal adımlarla terketmeye başladım. Gözüm bir an mutfaktaki ikiliye takıldı. Elmas,patlıcanları doğramaya geçen aşçı abinin omzuna yanlamasına combine vuruşlarla masaj yapıyor, bir yandan da Hegel’den bahsediyordu.  İkiliden yine kısa bir süreliğine tiksindim ve girdiğim holden çıkarak vestiyerin önünde vakit öldüren çocukların yanına ulaştım.
                Bir pet şişenin kapağını çıkarıp sırayla kaleye geçmek suretiyle kapağı duvara fırlatıp kafayla, ayakla, taklalarla gol atma çabasında bir spor olan “kapak” sporunu icra eden gençlerden uzun bir zamandır tiksiniyordum. Kapağı atma sırasına sahip olanı elinde kapakla yakalayıp terliğimle kafasına vurarak elindeki kapağı almaya çalıştım.Yanaşmadı.Ağzına tekme attım, Verdi.Elimde kapak, aklımda felsefe tarihi, kulağımda Elması’ın öğütleri, vestiyere daldım. Arkamdan tekrar kapak sesleri yükseldi. Hepsinden tekrar bi tiksindim..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder