29 Kasım 2012 Perşembe

Reiseführer für Jugendliche Maenner


Leben In Berlin -1-
Konumuz Almanya olunca başlığımızı da afili olsun diye Almanca atmış bulunduk sayın blogseverler. Ama lisede hocanın anlattıklarına hafif bir kulak kabarttıysanız ya da Google Translate gibi popüler ama azıcık yanıltıcı bir seçeneği kullanırsanız başlığı ‘Berlin’de Yaşam’ olarak çevirmek mümkün. Konumuzu fazla dağıtmadan Berlin’e geri dönelim. İlk olarak şehre ayak bastığınız andan itibaren kendi ülkemizle Avrupa’yı kıyaslamaktan vazgeçmek lazım. (Havaalanında 5 taksiciden 4’ünün Türk olduğu istatistikleri bunu zorlaştırıyor tabii ki.)  Zira acı gerçeği belirtmekte fayda var. Maalesef değerli gençler, biz yarım asır geriden geliyoruz. Bu nedenden dolayı kıyaslamayı bırakıp şehrin güzelliklerine ve yapısına odaklanmakta şüphesiz hepimiz için fayda var. Bu arada ‘Abi inanır mısın, orda tüm taksiler Mercedes yaaaa.’ diyerek de bir klişeye imza atmayacağım. Çünkü bu geyik yıllardır bizi tüketmiş durumda. Ama yine de açıklık getirmesi açısından

Havaalanına indiğinizin akabinde dikkatinizi çeken ilk şey düzen olur. Şehir aynı düşlenen bazı ütopyalar gibi şaşmayan bir düzene sahip. Daha çok distopya da denebilir. Hatta Alman sineması kuruluşundan itibaren bu düzeni artı ve eksileriyle eleştirmiştir. 1927 Fritz Lang yapımı Metropolis filmi de bu düzeni komünist felsefede inceleyen Berlin’in ve Almanya’nın kült film örneklerinden sadece biridir. Dikkat çekici noktalardan biri de Almanlar bu düzeni koruma ve kollama işini severek ve isteyerek yapıyor. Her şey hiç durmayan bir saat gibi işliyor. Buna ekonomileri de dâhil. Bugünkü Avrupa Birliği’nin ekonomik krizinin etkilerini yine Atlas misali Hanslar ve Helgalar omuzlamış durumda anlayacağınız. İkinci olarak dikkat edeceğiniz şey ise ulaşımdaki bisiklet kolaylığı. Bisiklet için ayrı yollar ve de trafik ışıkları bunu doğrular nitelikte.

Bebek gezdirmek ya da grup ile kullanılmak için özel donanımlı bisikletleri de görmek mümkün. 

Hatta 6-8 arasında kişinin kullandığı bisiklet-bar tarzı modelleri de Oktoberfest haftasında ya da havanın güzel olduğu zamanlarda –ki bu oldukça zor bulunan bir zaman dilimi- görmek de mümkün, değerli okurlar. 

Eğer olur da kaybolursanız –ki tren aracılığıyla gelmişseniz muhtemelen olursunuz- endişelenmenize gerek yok. Genç jenerasyonun çoğu az-çok İngilizce bilmekte… Bilmeyene rastlarsanız da Türkçe konuşma olasılığı %90’lara vurabilir. Fakat yaşlı populasyonun fazla olduğu yerlerde adres sormak; bazen azarlanma, terslenme ya da küçümsenme reaksiyonları gösterebilir. Çünkü; aramızda kalsın, Berlin Duvarı’nın şehri ikiye ayırmasına tanık olan, komünist rejimin acıları içinde yoğrulan ve buna rağmen sanayileşme devrimini bir üst seviyeye taşıyan bu jenerasyon arada çok çok aksi ve çirkef olabiliyor. Hatta duyduk ki yüzünüze gülüp yanlış adres tarif edenleri bile varmış. Bu hareketin rövanşını İstanbul’da Sultanahmet’in yerini soran Alman turistleri Esenler’e hatta Beylikdüzü tarafına göndererek de alabilirsiniz. Ama en güzel çözüm, Iphone ya da Android işletim sistemli telefonlar için Deutsche Bahn ya da Bvg uygulamalarını indirmek olabilir. Diğer bir tercih ise 1969’da yapılan 368 metre yüksekliği bulunan Fernsehturm(Televizyon Kulesi) olabilir. Bu Berlin’in simgelerinden olan devasa kule şehrin her tarafından görülebildiğinden ona göre yön tayin edilebilir. Hemen altında ise diğer bir önemli meydan Alexanderplatz bulunur. Şu an bu kulenin tepesine çıkıp şehri panorama izlemek mümkün.

 Ayrıca merak edenler için evet duyduklarınız doğru; metro (Bahn) sisteminde turnike ile bilet sistemi yok. Metro sistemi –ki hemen hemen şehirdeki her yerleşim birimini kapsar- ile seyahat ederseniz kimse size binerken bilet sormaz. Fakat bunun Almanlar tarafından suistimal edildiği görülmemiştir. Şehir sakinleri değil kendileri için köpekleri hatta bisikletleri için bilet alanlar var. Lakin şehre yılda 6 milyondan fazla gelen –Berlin nüfusunun 3.4 milyon olduğunu varsayarsak yaklaşık nüfusun iki katına denk geliyor- turist kafilesi ve şehrin göçmen kitlesi bu sistemi suistimal etmek istediğinden metrolarda sivil kontrol görevlileri kol geziyor. Arkadaşlarınızla metroda sohbet ederken karşınızda size gülümseyen sevimli bir nine size bilet sorabilir ya da piercingler sebebiyle yüzü zor seçilen, siyahlar içindeki bir punk kitap okuyan bir gencin omzuna dokunup birden bilet isteyebilir. Ama genellikle bir durakta, biri vagonun sağ tarafından biri sol tarafından olmak üzere, iki görevli kontrole başlar. Çoğu zaman da bu iş saatlerine denk gelir. Eğer biletiniz olmadan bindiğiniz tespit edilirse 40 Euro cezası var. Bizim hala düşlediğimiz bu ulaşım sistemini, bizim darbe yaptığımız yıllar(1960lar)da oturtan Almanlar şehri yaşanması en kolay şehirlerden biri haline getirmişler. Ayrıca Almanya’da “Alman eğitim sistemine bağlı” bir üniversite öğrencisi iseniz bizdeki paso sistemi gibi Bvg kartı çıkarttırıp makul bir fiyata metroya 6 aylık bilet alabilirsiniz.   
Berlin mutfağına gelecek olursak; öyle bir şey yok. Sadece –onlarca çeşidi olan- Alman birası ve hot-dog var. Almanya’ya ilk defa 60larda gelen ve bu boşluğu çok iyi yakalayan vatandaşlarımız döner, kebap, lahmacun(Turkish Pizza), köfte ve bilumum Türk yemekleri ile senelik potansiyeli milyarlar olan bir sektör oluşturmayı başarmışlar. Berlin’in kimi zaman köşe başında büfe, kimi zaman restaurant olarak hemen hemen her yerinde dönerci bulmak mümkün. Ayrıca Meksika, Çin ve Fransız mutfakları da mevcut. Lakin dominant olan millet Türkler olmuş. Türkiye’deki dönerlerden farklı olarak sos kavramı da burayla özdeşleşmiş durumda. Marketlerde de kendinizi ülkenize yabancı hissetmeyebilirsiz. “+Ayfer komme burada domates çok uygunmuş. –Nein Canan Abla, diğer yerde daha az.” gibi yarım Türkçe yarım Almanca diyaloglara da şahit olmak mümkün. Bu arada Berlin Avrupa’nın en ucuz şehirlerinden biri. (Elbette kendi kategorisiyle kıyaslıyorum gençler. Amsterdam, Paris, Roma gibi şehirlerle... Slovenya, Romanya gibi ülkelerin şehirleriyle değil.) Tabii ki alışverişte kendi ülkenizin para birimini unutacaksınız. Yoksa içinizden “Bu kahveyi 12 liraya mı içtim şimdi?” gibi serzenişlerde bulunabilirsiniz. 
Şehrin liberal anlayışına gelirsek, biraz da multicultural yapıdan olsa gerek insanlara saygı konusunda Berlin Nirvanaya doğru emin adımlarla ilerliyor. Sokaklarda; 60’larının sonlarında, saçını üçe vurdurmuş ve pembeye boyatmış teyzeler de görebiliyorsun, sakallı Arap adamlar da… Saçını başını dağıtmış mutlu mesut müzik dinleyen kızlar da var, takım elbisesiyle dosyalarını düzenleyen bir iş adamı da… Türbanlı bir teyzemizi çocukları okula götürürken de görüyorsunuz, metroda yavaş bir şekilde mızıkasına üfleyen zenciyi de…


 Kimse kimseyi yadırgamıyor, kimse kimseyi yargılamıyor. Başkalarının özgürlük sınırının içine girmediğiniz müddetçe, kimse sizi umursamıyor. Rahatlığı sokaklardan hissedebiliyorsunuz. Uyuşturucu kullanımı ve temini hemen hemen serbest… Avrupa’nın Amsterdam’dan sonra 2. en büyük gay populasyonuna sahip…  Punk akımını hala yürürlükte kaldığı nadir şehirlerden biri… Tüm bunlara rağmen toplumsal çatışmalara yer verilmiyor. Ya da olursa da bu çatışmalar şiddet seviyesine geçmiyor. Kısacası önyargıların olmadığı, dil, din ve ırk ayrımlarının yapılmadığı tam anlamıyla özgür bir şehir Berlin…
-Dipnot: Özgürlük demişken yine bir klişe olan ‘Almanya’da osurmak normalmiş abi, geğirenleri ayıplıyorlarmış.’diye bir geyiği kim çıkarmış, nerden çıkarmışsa bi gelsin konuşalım. Bu şahsı incelemesi için İsviçreli sosyologları göreve çağırıyorum. - 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder