Leben In Berlin -1-
Konumuz Almanya olunca
başlığımızı da afili olsun diye Almanca atmış bulunduk sayın blogseverler. Ama
lisede hocanın anlattıklarına hafif bir kulak kabarttıysanız ya da Google Translate
gibi popüler ama azıcık yanıltıcı bir seçeneği kullanırsanız başlığı ‘Berlin’de
Yaşam’ olarak çevirmek mümkün. Konumuzu fazla dağıtmadan Berlin’e geri dönelim.
İlk olarak şehre ayak bastığınız andan itibaren kendi ülkemizle Avrupa’yı
kıyaslamaktan vazgeçmek lazım. (Havaalanında 5 taksiciden 4’ünün Türk olduğu
istatistikleri bunu zorlaştırıyor tabii ki.)
Zira acı gerçeği belirtmekte fayda var. Maalesef değerli gençler, biz
yarım asır geriden geliyoruz. Bu nedenden dolayı kıyaslamayı bırakıp şehrin
güzelliklerine ve yapısına odaklanmakta şüphesiz hepimiz için fayda var. Bu
arada ‘Abi inanır mısın, orda tüm taksiler Mercedes yaaaa.’ diyerek de bir
klişeye imza atmayacağım. Çünkü bu geyik yıllardır bizi tüketmiş durumda. Ama
yine de açıklık getirmesi açısından
Havaalanına indiğinizin akabinde dikkatinizi
çeken ilk şey düzen olur. Şehir aynı düşlenen bazı ütopyalar gibi şaşmayan bir
düzene sahip. Daha çok distopya da denebilir. Hatta Alman sineması kuruluşundan
itibaren bu düzeni artı ve eksileriyle eleştirmiştir. 1927 Fritz Lang yapımı Metropolis
filmi de bu düzeni komünist felsefede inceleyen Berlin’in ve Almanya’nın kült
film örneklerinden sadece biridir. Dikkat çekici noktalardan biri de Almanlar bu
düzeni koruma ve kollama işini severek ve isteyerek yapıyor. Her şey hiç
durmayan bir saat gibi işliyor. Buna ekonomileri de dâhil. Bugünkü Avrupa
Birliği’nin ekonomik krizinin etkilerini yine Atlas misali Hanslar ve Helgalar
omuzlamış durumda anlayacağınız. İkinci olarak dikkat edeceğiniz şey ise
ulaşımdaki bisiklet kolaylığı. Bisiklet için ayrı yollar ve de trafik
ışıkları bunu doğrular nitelikte.
Bebek gezdirmek ya da grup ile
kullanılmak için özel donanımlı bisikletleri de görmek mümkün.
Hatta 6-8
arasında kişinin kullandığı bisiklet-bar tarzı modelleri de Oktoberfest
haftasında ya da havanın güzel olduğu zamanlarda –ki bu oldukça zor bulunan bir
zaman dilimi- görmek de mümkün, değerli okurlar.
Eğer olur da kaybolursanız –ki tren
aracılığıyla gelmişseniz muhtemelen olursunuz- endişelenmenize gerek yok. Genç
jenerasyonun çoğu az-çok İngilizce bilmekte… Bilmeyene rastlarsanız da Türkçe
konuşma olasılığı %90’lara vurabilir. Fakat yaşlı populasyonun fazla olduğu
yerlerde adres sormak; bazen azarlanma, terslenme ya da küçümsenme
reaksiyonları gösterebilir. Çünkü; aramızda kalsın, Berlin Duvarı’nın şehri
ikiye ayırmasına tanık olan, komünist rejimin acıları içinde yoğrulan ve buna
rağmen sanayileşme devrimini bir üst seviyeye taşıyan bu jenerasyon arada çok
çok aksi ve çirkef olabiliyor. Hatta duyduk ki yüzünüze gülüp yanlış adres
tarif edenleri bile varmış. Bu hareketin rövanşını İstanbul’da Sultanahmet’in
yerini soran Alman turistleri Esenler’e hatta Beylikdüzü tarafına göndererek de
alabilirsiniz. Ama en güzel çözüm, Iphone ya da Android işletim sistemli
telefonlar için Deutsche Bahn ya da Bvg uygulamalarını indirmek olabilir. Diğer
bir tercih ise 1969’da yapılan 368 metre yüksekliği bulunan Fernsehturm(Televizyon
Kulesi) olabilir. Bu Berlin’in simgelerinden olan devasa kule şehrin her tarafından
görülebildiğinden ona göre yön tayin edilebilir. Hemen altında ise diğer bir
önemli meydan Alexanderplatz bulunur. Şu an bu kulenin tepesine çıkıp şehri
panorama izlemek mümkün.
Ayrıca merak edenler için evet duyduklarınız doğru;
metro (Bahn) sisteminde turnike ile bilet sistemi yok. Metro sistemi –ki hemen
hemen şehirdeki her yerleşim birimini kapsar- ile seyahat ederseniz kimse size
binerken bilet sormaz. Fakat bunun Almanlar tarafından suistimal edildiği
görülmemiştir. Şehir sakinleri değil kendileri için köpekleri hatta
bisikletleri için bilet alanlar var. Lakin şehre yılda 6 milyondan fazla
gelen –Berlin nüfusunun 3.4 milyon olduğunu varsayarsak yaklaşık nüfusun iki
katına denk geliyor- turist kafilesi ve şehrin göçmen kitlesi bu sistemi
suistimal etmek istediğinden metrolarda sivil kontrol görevlileri kol geziyor. Arkadaşlarınızla
metroda sohbet ederken karşınızda size gülümseyen sevimli bir nine size bilet
sorabilir ya da piercingler sebebiyle yüzü zor seçilen, siyahlar içindeki bir
punk kitap okuyan bir gencin omzuna dokunup birden bilet isteyebilir. Ama
genellikle bir durakta, biri vagonun sağ tarafından biri sol tarafından olmak
üzere, iki görevli kontrole başlar. Çoğu zaman da bu iş saatlerine denk gelir.
Eğer biletiniz olmadan bindiğiniz tespit edilirse 40 Euro cezası var. Bizim
hala düşlediğimiz bu ulaşım sistemini, bizim darbe yaptığımız yıllar(1960lar)da
oturtan Almanlar şehri yaşanması en kolay şehirlerden biri haline
getirmişler. Ayrıca Almanya’da “Alman eğitim sistemine bağlı” bir üniversite
öğrencisi iseniz bizdeki paso sistemi gibi Bvg kartı çıkarttırıp makul bir
fiyata metroya 6 aylık bilet alabilirsiniz.
Berlin mutfağına gelecek olursak;
öyle bir şey yok. Sadece –onlarca çeşidi olan- Alman birası ve hot-dog var. Almanya’ya
ilk defa 60larda gelen ve bu boşluğu çok iyi yakalayan vatandaşlarımız döner, kebap,
lahmacun(Turkish Pizza), köfte ve bilumum Türk yemekleri ile senelik
potansiyeli milyarlar olan bir sektör oluşturmayı başarmışlar. Berlin’in kimi
zaman köşe başında büfe, kimi zaman restaurant olarak hemen hemen her yerinde dönerci
bulmak mümkün. Ayrıca Meksika, Çin ve Fransız mutfakları da mevcut. Lakin
dominant olan millet Türkler olmuş. Türkiye’deki dönerlerden farklı olarak sos
kavramı da burayla özdeşleşmiş durumda. Marketlerde de kendinizi ülkenize
yabancı hissetmeyebilirsiz. “+Ayfer komme burada domates çok uygunmuş. –Nein Canan
Abla, diğer yerde daha az.” gibi yarım Türkçe yarım Almanca diyaloglara da
şahit olmak mümkün. Bu arada Berlin Avrupa’nın en ucuz şehirlerinden
biri. (Elbette kendi kategorisiyle kıyaslıyorum gençler. Amsterdam, Paris,
Roma gibi şehirlerle... Slovenya, Romanya gibi ülkelerin şehirleriyle değil.)
Tabii ki alışverişte kendi ülkenizin para birimini unutacaksınız. Yoksa
içinizden “Bu kahveyi 12 liraya mı içtim şimdi?” gibi serzenişlerde
bulunabilirsiniz.
Şehrin liberal anlayışına gelirsek,
biraz da multicultural yapıdan olsa gerek insanlara saygı konusunda Berlin Nirvanaya
doğru emin adımlarla ilerliyor. Sokaklarda; 60’larının sonlarında, saçını üçe
vurdurmuş ve pembeye boyatmış teyzeler de görebiliyorsun, sakallı Arap adamlar
da… Saçını başını dağıtmış mutlu mesut müzik dinleyen kızlar da var, takım
elbisesiyle dosyalarını düzenleyen bir iş adamı da… Türbanlı bir teyzemizi
çocukları okula götürürken de görüyorsunuz, metroda yavaş bir şekilde
mızıkasına üfleyen zenciyi de…
Kimse kimseyi yadırgamıyor, kimse kimseyi
yargılamıyor. Başkalarının özgürlük sınırının içine girmediğiniz müddetçe,
kimse sizi umursamıyor. Rahatlığı sokaklardan hissedebiliyorsunuz. Uyuşturucu
kullanımı ve temini hemen hemen serbest… Avrupa’nın Amsterdam’dan sonra 2. en büyük
gay populasyonuna sahip… Punk akımını
hala yürürlükte kaldığı nadir şehirlerden biri… Tüm bunlara rağmen toplumsal
çatışmalara yer verilmiyor. Ya da olursa da bu çatışmalar şiddet seviyesine
geçmiyor. Kısacası önyargıların olmadığı, dil, din ve ırk ayrımlarının
yapılmadığı tam anlamıyla özgür bir şehir Berlin…
-Dipnot: Özgürlük demişken yine
bir klişe olan ‘Almanya’da osurmak normalmiş abi, geğirenleri ayıplıyorlarmış.’diye
bir geyiği kim çıkarmış, nerden çıkarmışsa bi gelsin konuşalım. Bu şahsı incelemesi için
İsviçreli sosyologları göreve çağırıyorum. -
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder