-Bahsi Geçen Olayların ve Kişilerin Tamamı (?) Hayal Ürünüdür.-
2. Mahkeme
- Adını söyle.
- Ahmet akşafak.
- Kaç yaşındasın?
- En fazla yirmiyimdir.
- O nası cevap lan, doğru düzgün cevap ver. Kaç yaşındasın?
- Yirmi.
- Yalan söyleme ulan!
- Adabınızı takının. Ayrıca, beni ne hakla mahkemeye
çağırıyorsunuz? Neyin sorgusu bu?
- Bak sen hele şuna. Hem suçlu hem güçlü. Ulan hep aynısınız.
Önce hiç utanmadan suç işlersiniz sonra da pişkin pişkin suçum ne diye
sorarsınız.
- Öyleyse suçum nedir?
- Ölüm hakkında yazılar yazmışsın.
- Ee?
- Ne eesi lan it. Sen kimsin de ölüm hakkında konuşma hakkı
buluyorsun kendinde. Hiç öldün mü ki ölümden bahsedecekmişsin hele?
Ahmet donakaldı. Hayatı boyunca böyle bir soruyla
karşılaşmamıştı. Ölümü nereden biliyordu hakkaten? Öldürdüğü adamlar ona ölümü
yaşatmış mıydı? Ölüm neydi mesela? İnsan neden ölürdü? Nasıllara cevap almak
kolaydı. Nasılları öyle veya böyle öğrenebilirdiniz. Araştırmalar, ölçümler,
incelemeler… Bir şekilde doğru veya yanlış bir sonuca ulaşabilirdiniz nasıllar
için. Ama neden sorusunun cevabı hiç basit değildi. Nedenler’in cevapları hep
gri kalırdı. Neden ölür insan? Neden öldürür? İnsan neden var? Nedenler zordu.
Nedenler karmaşık ve giriftti her zaman. Belki de insan çok da bulaşmamalıydı
nedenlere. Aklımızın da bir kapasitesi vardı ne de olsa. Nedense nedendi. Ölüm
muhakkaktı, onu biliyordu sadece. Ama ölümü gerçekten biliyor muydu? Hiç
ölmemişti. Zaten ölse yazamazdı. O zaman insanlık tarihi boyunca ölüm üzerine
yazılan yazıların hepsi sadece varsayımlardan ve yalanlardan ibaret demekti.
Çoğu yazıda ölümün soğukluğundan, acılığından, karanlıklığından dem vururdu insanlar.
Ölüm hep korkunç gelmişti insanlara. Ölmek. Peki ölüme karşı bu önyargı
nedendi? Neden ölenin arkasından ağlanırdı mesela? Sırf bu varsayımlar mıydı bunun
nedeni? Yoksa çok daha derinlerde mi aramalıydı bunun sebebini?
Girmemeliydi bu konuya. Neden diye sormamalıydı. Ne zaman
neden diye sorsa cevap alamaz, içi içini yer dururdu. Ama engelleyemezdi
aklını. Neden? Sahi ya neden ağlardı insanlar ölenlere? Kim biliyordu öldükten
sonra ne olduğunu? Kimdi bu cüretkâr cehaletin sahibi? Tadına bakmadığı bir
yemeğin ne kadar kötü olduğundan bahseden insana inanılabilir miydi? Ancak
gülünüp geçilirdi. Ölüm neydi peki? Nasıl bir şeydi? Yani biyolojik fizyolojik
falan değil, gerçekten nasıl bir şeydi? Neler hissederdi insan ölünce? Ya da
mesela ilk kim konuşmuştu ölüm hakkında? Kimdi o salak? Ve neden böyle bir şey
yapmıştı. Dahası neden kimse ona dönüp “sen nereden biliyorsun da konuşuyorsun
ki?” diye sormadı. Ahmet olsa sorardı. Hatta makul bir cevap alana dek de
adamın peşini bırakmazdı. Ama bir düşününce “bu dünyada tek meraklı ve inatçı
insan ben değilimdir ne de olsa” diye geçirdi içinden. Elbet birileri o salağa
sormuştur bu soruyu. E peki cevabı neydi? Yani nereden biliyordu da konuşuyordu
bu salak. Ya da salak değil de bilge mi demeliydi. Neyse ne. Neyse ne. Sonuca
varamıyor ve sonuca varamadığı gibi hınç terler içinde kalmış, hakime ne cevap
versem diye düşünüyordu şimdi. Dili beyninden hızlı hareket etti:
- Evet, ben öldürdüm.
Deyiverdi bir anda. Hakim, Ahmet’in neyden bahsetiğini
anlamamıştı ama heyecanını gizleyemez bir hızla sordu:
- Ne? Kimi öldürdün lan?
- Hayrullah Türkmen ve Baran Özkürt’ü ben öldürdüm.
- Delirdin mi oğlum ne saçmalıyorsun? Baran Özkürt’ü
Hayrullah dediğin şerefsiz şehit etti. Hayrullah Türkmen şerefsizinin de olay mahalinde intihar ettiğini biliyorum.
Senin kafan yerinde mi?
Ahmet şok olmuştu. Baran Özkürt’ü öldürüşü bir gün bile
aklından çıkmış değildi. İlk maktülüydü o. Nasıl unutsundu? Sinir krizi
geçirmişti ve sorgu odasında bir kez kafasına üç kez de göğsüne ateş edip
öldürmüştü onu. Hayrullah denen adam değildi Baran’ın katili. Hem Hayrullah Türkmen’i
de o öldürmüştü. Arkadaşının katiliydi o da, unutması imkansızdı. Evet olay
mahalindeydiler, daha doğrusu olay yerine iki adım ötedeydiler. Tuvaletin
kapısını kırdığı gibi içeri dalmış ve o itin kafasını tuvaletin küçük camına
vurup oracıkta ölüme terk etmişti. Hayrullah’ın ne kadar suçlu olduğundan emin
de olsa içindeki vicdan azabı bir gün bile dinmedi. O iki adamı da o
öldürmüştü. Ölüm hakkında kestiği ahkamların tek kaynağı da öldürdüğü bu
adamlardan kazandığını düşündüğü tecrübeydi. Ölümü bildiğini sanıyordu. Ta ki,
o güne dek. O gün, yani bugün, hakim onun tüm malûmatını yerle bir etmişti. Ne
diyeceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Ve ne demeliyim diye düşünürken, birden
bire, konuşmaya devam etti:
- Hayır delirdiğim falan yok. Ben öldürdüm diyorum. O iki
adamın ikisini de ben öldürdüm. Şu ellerle öldürdüm. Katilim ben. Evet, artık
bana katil diyebilirsiniz. Bu yükü bu güne dek nasıl taşıdım bilmiyorum ama
artık yeter. BEN BİR KATİLİM! Şimdi cezam neyse çekmek istiyorum.
- Lan… Fesubhanallah (mübaşirlere dönerek) oğlum alın şu
deliyi şurdan da psikiyatri bölümüne götürün, incelesinler bakalım derdi
neymiş. Sıradaki zanlıyı da çıkarken gönderin gelsin.
- Hayır! Suçluyum ben! Ve suçumun cezasını çekmek istiyorum!
Hem yalan söyledim hem de adam öldürdüm! Yalan söyledim evet! Kitaplarımda
bahsettiğim “Ölüm” hakkında tek kelime dahi bilgim yok! Hepsi yalan! Hem büyük
bir yalancı hem de şerefsiz bir katilim ben! Adi bir suçluyum! Cezam neyse çekmek
istiyorum! ADALET YERİNİ BULSUN İSTİYORUM!
Bağırtıları kordorlarda yankılanırken bir anda artık mahkeme
salonunda olmadıklarını fark etti. Sağda solda üniformalı onlarca, yüzlerce
asker oradan oraya koşuşturuyordu. Bu, bir askeri mahkemede görülmesi gayet
olağan bir manzaraydı. Ama Ahmet’in aklı başında o anda değildi. Bağrışmaya
devam etti:
- Kim bu askerler? Burası adliye değil mi? Ne işleri var
burada? Neden hiçbirinin silahı yok? Ülke işgal altında mı yoksa? Türkler
devleti ele mi geçirdiler yoksa, cevap versenize adi herifler! Satılmış
köpekler sizi! Neye karşılık sattınız ülkenizi söylesenize? Kaç para verdiler
size he? Nası kandırdılar sizi? Allah hepinizin belasını versin! Bu ülkenin
evlatlarının vebalini boynunuzda taşıyorsunuz şu an haberiniz ola! Benim gibi
bir katil bile sizden daha ahlaklı işte! Utanın! Üniformalarınızdan utanın!
Birden bir askerin belinde bir silah olduğunu fark etti ve
çabuk bir hareketle mübaşirlerin elinden kurtulup silahı askerinden belinden
çekip aldı:
- Yaklaşmayın bana! Yaklaşmayın şerefsiz herifler! Ben bütün
ömrüm boyunca ülkemin, milletimin onuru için yaşadım, anlıyor musunuz? Anlıyor
musunuz he orospu çocukları? Ne anlayacaksınız! Anlasaydınız satar mıydınız bu
cennet vatanı! Alın başınıza çalın şimdi bu ülkeyi satıp da kazandığınız
malınızı mülkünüzü! Ama bundan gayri şu çıkmasın aklınızdan: bir Ahmet ölür bin
Ahmet doğar!
Dedi ve namlusunu kafasına dayadığı silahın tetiğini çekti.
Beyninden parçalar sağa sola dağıldı. Boylu boyunca yere yığıldı. bordoya yakın
bir kırmızılıktaki kanlar, taş zeminde anlamsız şekiller çizerek yayılıyordu. Ahmet.
Ölümü çok merak ediyordu. Ve işte, ölmüştü. Hayırlı olsundu.
safaret
safaret.blog.com
safaret.blog.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder