14 Aralık 2012 Cuma

…ve Güneş Batıdan Doğdu - 1

-Bahsi Geçen Olayların ve Kişilerin Tamamı (?) Hayal Ürünüdür.-

1. Karakol

- Evet, Hayrullah… İsmin çok uzun sana kısaca Hayri diyeyim ben.
- Tabi olur.
- Hahaha olurmuş, izin istediğimi mi sandın lan yoksa. Komik çocuksun Hayri… Kendinden bahset biraz bakalım? Necisin, ne yer ne içersin, derdin nedir?
- Benim anlatacak bi şeyim yok, beni buraya siz çağırdınız.
- Eylemde bağrınırken anlatacak çok şeyin varmış gibi duruyordun ama. Yanlış mıyım?
- Yanlışsınız.
- NE!?
- Yanlışsınız diyorum. Çünkü siz bana ana dilimde konuşma hakkı vermediğiniz için oradaydım ben. Hakkımı aramak uğruna bağırıyordum. İsyanım sizin gibilere bir şeyler anlatma derdi değil. Anlamayacağınızı biliyorum artık. Konuşma hakkımı istiyorum sadece. Bu doğal hakkımı talep etmem bile saçma ama, öyle işte. Gayet basit.
- Çok bilmiş bir havan var Hayri. Ukalaları hiç sevmem. Okuyor musun bakalım?
- Evet okuyorum.
- Nerede okuyorsun? O çöplükten bozma örgüt evlerinde mi?
- Dicle ünüverstesinde
- Hahaha daha okuduğun yerin adını söyleyemezken nasıl aldılar seni oraya anlat bakalım.
- Bu sizi ilgilendirmez.
- Bu beni sapına kadar ilgilendirir köpek!
- Bana köpek deme hakkınız yok.
- NE!? NE DEDİN AZ EVVEL SEN!.. Neyse. Neyse, tamam. Biraz ciddileşelim artık istersen Hayri, he? Söyle bakalım soyadının anlamı ne?
- Türkmen, müslüman türk demek. Biz İslamla tanışan bir türk soyundan geliyoruz.
- Türk soyu mu? Hahaha, türkün soyu mu olurmuş? Türkün soyu olsa bile anca köpeklere dayanır.
- Haddinizi aşıyorsunuz!
- Asıl sen ve senin gibiler eylem yaparak haddinizi çoktan aştınız. Şimdi kes sesini.
- Ben suçumun ne olduğunu merak ediyorum.
- Suçunuz gayet açık. Sen ve senin gibi nice itler anayasaya karşı gelip ülkeyi bölmek istiyorsunuz. Örgütlenip kıyâma kalkıyorsunuz. Sahipsiz mi sandınız lan bu memleketi? Size mi bırakacaktık, sahipsiz mi kalacaktı buralar ha itin dölleri?!
- Haddinizi aşmakta ısrar ediyorsunuz. Sonu kötü olabilir.
- KES KÖPEK!.. Şimdi, söyle bakalım Kemoyu seviyor musun?
- Efendim?
- Ne efendimi lan it! Sizi örgütleyen itin dölü Kemali seviyo musun sevmiyo musun kıvırma da söyle!
- İsimler ve kişiler halkların özgürlükleri yolunda yalnızca önemsiz birer ayrıntıdan ibarettir.
- Felsefe yapmayı çok seviyosun demek. Felsefe mi okuyosun lan yoksa sen?
- Bu sizi ilgilendirmez.
- SENİN YEDİĞİN TÜM BOKLAR BENİ İLGİLENDİRİR ANLIYOR MUSUN PİÇ KURUSU?!
- BU SEFER HADDİNİZİ ZİYADESİYLE AŞTINIZ. BENİM EN AZİZ GÖREVİM MİLLETİM UĞRUNA SAVAŞMAK VE ONUN UĞRUNA ÖLMEKTİR. VE BU SAVAŞTA ARTIK SİZ ÖLÜMÜ HAK ETTİNİZ!

Dedi ve beline gizlemiş olduğu soğuk silahın tetiğini çekip polis şefini alnının ortasından vurdu. Öldürdüğüne emin olmak için üç kez de göğsüne ateş etti. Silahın sesi kesinlikle yan odalara ve hatta dışarıya yayılmış olmasına rağmen Hayrullah, o anda, bunu aklına getirebilecek şuura sahip değildi. Telaşlandı. Kilitlendi. Daha önce hiç adam vurmamıştı ve öldürmenin, ölümün ne demek olduğuna dair bildiği tek şey daha çok küçük yaşlarından hatırladığı bir anı olan, köy muhtarının cenaze merasiminden ibaretti. “Haysiyetsiz kürt askerleri onu vurmuşlar”dı ve yaşının küçük olmasından dolayı ancak hayal meyal hatırlayabiliyordu bu olayı. Şimdi ne yapması gerektiğini hiç bilmiyordu çünkü daha önce birini öldürebileceği hiç aklına gelmemişti. Silahı taşımasının tek nedeni temkinli olmak istemesiydi. Sonra bir an şüpheye düştü. “Ya ölmediyse?” diye düşündü ve adamın nabzını kontrol etti. Tabi ki de ölmüştü, salak salak şeyler düşünmenin sırası mıydı şimdi? Hemen koridora çıktı ve birkaç adım uzaklıktaki tuvalete doğru koştu. Tuvalete girer girmez kapıyı arkasından kilitledi ancak dışarıdaki koşuşturmaları hâlâ duyabiliyordu. Polis şefinin ölüsünü yerde yatar halde gören iş arkadaşları feryat figan içinde “ölmüş, ölmüş!” diye bağrışıyorlardı.

Korkusundan ne yapacağını bilmediği gibi düşünemiyordu bile. Sadece olduğu yerde durmuş derin derin nefes alıyordu. Olayı hala aklı almış değildi. Bir anlık telaş ve öfkeyle bir adam vurmuştu. Adam öldürmüştü. Artık o bir katildi. Peki neden? Irzına, ırkına küfredildiği içindi elbette. Hem de bir değil iki değil üç kere yapmıştı maktül bunu. Katil falan da değildi çünkü davası uğruna, bir savaşta düşmanını öldürmüştü sadece. Savaşta her şey mübahtı ne de olsa, değil miydi? Hem Hayrullah onu uyarmış, bunu yapmaması gerektiği ona söylemişti. “Haddinizi aşıyorsunuz!”. Tüm bu kendini kandırmaca çalışmalarına rağmen şimdi, tabiri caizse, it gibi titriyordu.

Neden sonra, tuvaletin küçük pencerisini fark etti. Ancak buradan geçebilmesi için bir kedi kadar küçük olması lazımdı. O anki heyecan ve telaşının da etkisiyle pencerenin ne kadar küçük olduğunu fark etmedi, belki de umursamadı ve pencereyi açılması için zorlamaya başladı. Kafası düşünceler ve şüphelerle dolu haldeyken bir yandan nasıl buradan kaçabileceğini düşünüyor bir yandan da sadece şu anki durumundan kurtulmak için Tanrıya yalvarıyordu. Ve işin asıl enteresan tarafı ise, şimdiye dek herhangi bir Tanrının var olup olmadığını hiç düşünmemiş ve sadece reddetmiş olmasıydı. Şimdi ise bir Tanrıya muhtaçtı. Çünkü ona yardım edebilecek tek şey ancak o Tanrı olabilirdi. İster Allah desindi, ister Tengri, ister Budha, ister Marco Polo. Hissediyordu. Tanrının onunla olduğunu ve ona yardım edeciğini en derinlerinde hissediyordu. İşte, buradan kurtulacak ve kutsal davasına artık Tanrının gücüyle daha da kuvvetli bir şekilde devam edecekti. Bundan emin gibiydi. Hâlâ şüphelerle dolu kafasını dindirmeye uğraşıyordu. Derken kapının hemen ardından gelen sesler kulağına ilişti:

- Aç lan şu kapıyı şerefsizin evladı! Katil herif!

Bu sesler onu daha da telaşlandırmaya başladı. Ve bu telaşla tuvaletin penceresinin ancak hava alabilecek kadar açılan küçük penceresinin camına yumruğunu indirdi. Eli kan revan içindeydi. Ama o umursamadı. Cam neredeyse tuzla buz olmuştu ama pencerenin kenarlarında hâlâ kırık cam parçaları duruyordu.

- Korkak şerefsiz açsana lan kapıyı! Aç da sana dünya kaç bucakmış gösterelim!

Artık iyice ne yaptığından bihaber olarak o küçücük ve kenarlarında kırık cam parçaları bulunan pencereden dışarı çıkmaya yeltendi. Bir an tereddüt edecek gibi olduysa da hemen cesaret kaftanını giyindi ve Tanrının yardımını alacağından emin bir şekilde tüm vücuduyla pencereye yöneldi. Pencereden kafası ancak geçebildi. Fakat o kendini zorluyor, zorladıkça boynu daha da fazla acıyor ve o fark edemese de hızla kan kaybediyordu. Ancak bunu yapması lazımdı. İnsanlığın ona ihtiyacı vardı.  Dahası yaşamak istiyordu. Hayattan kâm almak istiyordu. Daha çok gençti. Uğruna savaştığı idealler namına ölmek mi? Amenna! Bu çok erdemli olurdu. Lakin şimdi olmamalıydı bu. Hayır, şu anda olmamalıydı. Bu iğrenç tuvalet olmamalıydı son perdenin sahnelendiği salon. Kendini zorladı, zorladı, zorladı… Artık boynundan akan kanlar tüm vücudunu sarmıştı ve kafasını o küçücük pencereden çıkarmaya dâhi mecali kalmamıştı. İşte, ölümün yolunu gösteren tabela görünmüştü ve geri dönüş yolları tamamen kapalıydı. Kendi idam fermanını, o polis şefini vurarak kendisi imzalamıştı, şimdi şimdi fark ediyordu bunu, ancak mâlesef artık çok geçti. Kendini öylece bıraktı. Pencereden salınan vücuduyla son nefesini vererek bu cehennemden bir kesit babındaki dünyaya gözlerini yumdu. Şimdi onu, ötelerde bir yerlerde, bu kesitin bir “asıl bütün”ü bekliyor olacaktı.

safaret
safaret.blog.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder