25 Aralık 2011 Pazar

Yalnız Kalem


Yok, dedi. ‘Yine olmadı.’


Aylardır yazmaya çalıştığı yazıya bir türlü odaklanamıyordu. Oysa ihtiyacı olduğunu düşündüğü her şeye sahipti. İki kütüphane dolusu kitap, rengârenk post-it kağıtları, kahve makinesi, bir köşede küskün duran haftalardır çalmadığı gitarı, yattığı zaman aralıksız 10 saat uyuduğu yatağı, tabloları, plakları, sallanan sandalyesi… Salakça bir gülümsemeyle ‘Master Yoda oyuncağım bile var lan.’ diye düşündü. Eski sevgilisi almıştı. Kışın battaniyelerinin altında Star Wars izlerken kız ‘ay o yeşil cüce ne kadar şirin, küçücük de bastonu var.’ dedikten sonra uzun ve ifadesiz bakışlara maruz kalmış, sonra da ‘tamam tamam yorum yapmıyorum.’diyerek yanağına tatlı bir öpücük kondurmuştu. Ertesi hafta kapıyı açınca karşısında kucağında Yoda ile gelen sevgilisini gördükten sonra bir kez daha sevmişti onu. Diğerlerinden daha uzun sürmesinin sebeplerinden biri de kızın doğal bir şirinliğinin olmasıydı. Konuşurken, kahvaltı hazırlarken, heyecanla gününün nasıl geçtiğini aktarırken, hoşlanmadığı kızın dedikodusu yaparken, ders çalışırken notları aklında tutmak için tekerleme uydururken… Sürekli kendisine hayran bırakan, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiye sahipti. Hatta kendisi için değerli olan kupayı düşürdüğü zaman yanaklarında oluşan kırmızılık bile ayrı bir anlam taşıyordu. Ama bu da yeterli olmamıştı. Bir süre sonra ondan da sıkılmıştı. İlişkilerinin devam etmeyeceğini söylediğinde ilk defa kızın gözlerindeki ışığın söndüğünü gördü. Tabii suratının tam ortasında hissettiği sert tokat ve ardından gelen kızın gözyaşları da içinde bulunduğu durumu tekrardan sorgulamasına sebep olmuştu. Haftalarca pijamayla, Yodayla beraber yatağında oturdu. Yatağın kenarında biriken bira şişeleriyle kule yapıp, defalarca pikap iğnesinin plaklar üzerinde hassas şekilde gezinmesini izledi. Bir-iki ay sonra yaşlı teyzesinin eve gelip ortalığa çeki düzen vermesiyle de rutin depresyon dönemi bitmiş oluyordu. Yalnızlıktan nefret ediyordu. Yalnızlığa küfürler ediyordu. Ama yalnızdı işte. Tek başına sinemaya gidiyor, patlamış mısırı tek başına bitirip, komedi filminde yalancı kahkahalar atıyordu. Bir tek kalabalığın içinde kendini iyi hissediyordu. Binlerce kişi ile bomboş bir şekilde yalnızca yürümek… Kafasını kurcalayan onca şeye tek iyi gelen belki de buydu. Önceleri gitarı alıp sahile iniyordu. Üzerinde Afrikalı bir müzisyenin olduğu t-shirt ü ve smile şortuyla, yanında rakı şişesiyle rastgele çalıyordu. Ama asla kendinden geçecek kadar vakti olmamıştı. Ya sesine ya da görüntüsüne (görüntüsü olması daha yüksek bir ihtimaldi çünkü dağınık saçları ilkel bir filozof izlenimi veriyordu) dayanamayan insanlar polisi arıyor ve şikâyetçi oluyorlardı. Polisin gelip de ukala tavırla ‘Kalk kendine biraz çeki düzen ver.’ dedikten sonra daha önceden ağzını tutmaya söz vermiş olmasına rağmen, derin bir iç çekip ‘Boş ver, karın beni böyle daha çok seviyor.’ demesi de yediği sıkı dayaklar koleksiyonuna bir yenisini eklemesini sağlamıştı. Ama bu sefer farklı olarak kendini karakolda bulmuştu. Buna rağmen tüm pişkinliğiyle komisere ‘O başlattı.’ diye diretmesi üzerine de geceyi orda geçirmişti. ‘Olsun.’ diyordu ‘En azından yeni bir şey öğrendim. Polisler eşleri hakkında konuşulmasını sevmiyormuş demek. ’ ‘Lan ’ diyordu bazen ‘Yazar olacağımıza gazeteci mi olsaydık acaba?’ Kıyak iş. Her gün farklı atraksiyon her gün farklı dümen... Gerçi yazarlığı da rastlantı eseri olmuştu. Çağdaş edebiyata dair kitaplar yayınlayan bir yayınevine öylesine verdiği örnek editörler tarafından çok beğenilmiş ve basmak için şartları konuşmaya çağırmışlardı. Öne sürdüğü tek şart ise isminin gizli tutulmasıydı. Taraflar anlaştıktan sonra da piyasaya sürülen kitap özellikle öğrenciler tarafından ilgiyle karşılanmıştı. Eeee normaldi tabi. 4 senelik bölümünü 7 senede bitiren biri olarak öğrencilerin halinden anlaması kadar doğal bir şey yoktu. Yaşamını değiştireceğini düşündüğü bu gelişme sadece para getirmişti. Lanet yalnızlığıyla yine baş başaydı. ‘Gazetecilik de tehlikeli be.’ dedi. ‘Hem bu ülkede gazetecilik yapmak, kutuplarda anket yapmaya çalışmak gibi bir şey olsa gerek.’ Bazen bunalımına bile karışıyordu ya insanlar en çok da ona kızıyordu. Otobüste kafasını koyup uyumaya çalışırken ‘Aa aaa. Saçını gördün mü? Hiç kesmiyormuşlar onlar. Yıkamıyorlarmış da. Satanistlermiş.’ ‘Ya sorma Gülten Ablanın yiğeni de böyle. Keçini sakalı bırakmış tıpkı bu çocuk gibi. Geçen oturmaya gitmiştik, valla Allah seni inandırsın çocuğun suratında meymenetin m’si yok. Küpe takmış bi de aynı görümceminkinden.’diyen teyzeleri bile duymamazlıktan gelemiyordu artık. ‘Ah be ablacım’ diyordu. ‘Ben inince yapsanız dedikodumu, ya da azıcık daha kısık sesle be!’ ardından gelen fısıltılar da daha beter oluyordu. ‘Bak bak, bizi dinliyormuş Nazife. Bunların ne yapacakları hiç belli olmaz.’ Bu yüzden yürümeyi tercih ediyordu genelde. Sigarasını yakıyor, yolların hükmeden bir kral gibi yürüyordu. Dükkânlarda çalan şarkılara ritim tutuyor veya insanların yüzlerine bakarak kişiliklerini tahmin etmeye çalışıyordu. Karısına azıcık korkuyla bakıyor; kılıbık, bebekli dilenciye 20lik bıraktı; cömert, yanındaki kadına işlerde fazla payı olmadığını söyleyen ama bir bakıma onaylıyor gibi gözüken adam; alçakgönüllü, takım elbisesiyle hızla geçen adam; hırslı, atkısını boynuna dolamış kemik çerçeveli kız; entelektüel, sürekli bir havaya bir de şemsiyesine bakan yaşlı kadın; kuruntulu… Sosyopat gibi hissediyordu arada kendini. Şuracıkta ölsem kimin umurunda olur diye düşünmekten de kendini alamıyordu. En çok üzülen muhtemelen mahalledeki Tekeldeki Ahmet Abi olurdu. O da olsa olsa kazancından önemli bir miktar eksileceği içindi.


Duraksadı. ‘Yalnızım lan’ dedi. Ağır ağır viskisini koydu. Cemil Meriç'in dediği gibi; ‘Bir zebaniyle birlikte olabilecek kadar yalnızım.’

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder