31 Aralık 2011 Cumartesi

Şiir-

yaşamak çok sıkıcı ama
belki ölmek daha sıkıcıdır.
bide,
imam beni yıkarken, utanırım oğlum ben..

30 Aralık 2011 Cuma

We're all living in America -2-

Kaçırılan Bayramlar

     Merhaba ciğerini yediklerim;

     Washington DC-Dulles Havaalanına ayak bastığımda takvimler 3 Kasım'ı gösteriyordu. Cadılar Bayramı'nı 2 günle kaçırmıştık. Kurban Bayramı'nada 3-4 gün vardı sanırım. Daha önce de evden uzakta bayramlar geçirmiştim elbette ama bu kez bayram havası da olmayan bir yerde olacaktım. Bizim bayramlarımız öyle çok sesli değildir, kültürümüzle alakalı olarak aile ziyaretlerine odaklanmıştır. Bu yüzden hep bayram kahvaltıları kazınmıştır kafamda. Üçer beşer sofralar kurulur, bütün aile toplanır. Bayram namazı dönüşü o kahvaltı şölen havasında geçer.
     Bu yıl öyle olmadı.
     Ne bayram namazı, ne de kahvaltı vardı. Öğleden sonra uyandım, yemek falan yemedim, üzerime ağırlık çökmüştü. O an hiçbir şey hissetmemiştim ama bu yazıyı yazarken bi garip oldum. Neyse, sıkıntı yok, en son nerede kalmıştık? Havaalanı mı?
      12 saat yolculuktan sonra, zenciyle işim bitince hemen valizlerime doğru koşturuyorum. İki tane eşşek kadar valiz, işin yoksa onlarla uğraş. Valizleri alıp çıkışa gidiyoruz. Şu havaalanı kargaşasından kurtulsak iyi olacak. Yolcu yakınlarının beklediği salona çıktığımızda Papa'yı gördüm Elinde "Bahcesehir Universty" yazan bir karton vardı, atıldık kollarına. "Papa" okulun öğrenci koordinasyon müdürü. Yaptığı işe bakıp karşılaştırma yapacak olursak lise müdür yardımcısı.


Soldaki Papa, sağdaki Azime ama şu anda konumuz Azime değil. :)

Papa Senegal asıllı bir Amerikan vatandaşı. Kendisi on numara bir insan, ileriki yazılarda sıkça adı geçeceği için uzun açıklamalar yapıyorum .
Papa'nın önderliğinde havaalanından çıkıp bizi evlerimize götürmek üzere bekleyen otobüslere doğru ilerliyoruz. Ancak 50 kişi olduğumuz için aksaklıklar çıkmadan olmazdı elbette. Yeterli servis olmadığı için 2 buçuk saatlik bekleme duraklama devrine geçiyoruz. Kıçımız donuyordu Washington'ın gıcık güneşinde.
Jetlag kafasındaydık bi de bu saatlerde.

İki buçuk-üç saatin sonunda zor da olsa evimize varıyoruz. Eve varınca yorgunluk falan uçup gitti tabi. Zira ev çok güzeldi. Özellikle de bir öğrenci evi olduğunu düşünürsek 4 oda 1 salondan biraz daha büyük diye tarif edeyim en iyisi. Ama beni en çok etkileyen büyüklük değil çöp öğütücüsü ve "Closet" oldu. Amerikan filmlerinde bir klişe vardır, çocuk sürekli dolabından sesler geldiğini, canavarlardan korktuğunu falan söyler. Dolabı çok basit bir öge olarak kullandığımızı closet'ı gördüğüm zaman anladım. Çocuğun korktuğu yer baya geniş içine canavar sığabilecek kıyafet odaları. Ayıptır söylemesi bizde iki tane var, eşşek kadar.

Reserve'ün karşısında alışveriş merkezleri var. İlk gece hem hava alırız, hem de çevreyi tanımış oluruz diye dışarı çıktık. Gecenin 3'ü olduğu için de pek bir şey bulamadık. Sadece evin karşısındaki marketlerden biri açıktı. Kapitalist sistemi yerinde gözlemleyecektik, saniyeler vardı ve girdiğimiz gibi onları gördüm. Aşık olmuştum
Kutu kutu asitli içecekler, 12 tanesi 3 dolar. Coca Cola, Sprite, Fanta... Hemen atılıp görevliye sordum bu fiyatlar gerçek mi diye. Şaşırdı tabi kadın, açıkladı 12 tanesi 3 dolar evet falan diye. Hemen atlangoç gibi atıldım, sevindirik oldum falan. Sevincim birkaç saniye sonra kesilecekti. 

Fiyatlar konusundaki durum şöyle, İçecek bir şeyler alıyorsunuz, ucuz, güzel hoş. Ama gidip su almaya kalktığınızda 1 litre suyu 2 litre koladan daha pahalıya alıyorsunuz. Ekmek Türkiye'dekinin 2 katı pahalı. Pringles Türkiye'de 2 kat daha pahalı. Et-süt hayvan gibi ucuzken peynir pahalı oluyor. Aşağı yukarı yine dengelenip çıkıyorsunuz marketten. Ama bilmelisiniz ki, ne olursa olsun hayat Türk parasına göre daha pahalı.

Marketlerde kasiyerler yapıyor poşetlemeyi ve kredi kartınızla alışveriş yaptığınızda şifre yazmıyorsunuz. Çok nadiren elektronik imza atılıyor bazı yerlerde.

Thanksgiving ve black friday'den bahsetmemek olmaz elbette. 
Her yıl kasım ayının 4. perşembesi şu hindili mindili aileli maileli yemekler vardır ya filmlerde, şükran günü o gündür. Buraya gelene kadar Hristiyanlıkla alakalı bir gün olduğunu zannediyordum. Meğer mevzu başkaymış. 

Pilgrimler Avrupa'dan Amerika'ya geldiklerinde, aç bilaç, yorgun, tükenmiş halde geliyorlar. Kızılderililer de yardımsever, örf anene bilen görmüş geçirmiş, bilge insanlar oldukları için bu aç beyazlara ellerinden geldiğince yardım etmişler. Hindi olsun, börülce olsun,bulgur pilavı olsun. Hem yetiştirmeyi öğretmişler hem de bunlardan ikram etmişler. Ardından  Kızılderililer katledilmeye başlanınca tabi araları bi soğumuş, Üç yıl sonra bi dayı çıkıp kızılderilileri kasım ayının son perşembesi,yani kıtaya ayak bastıkları gün, yemeğe davet etmiş. Mevzu gelenekselleşmiş, daha sonraları da Abraham Lincoln bugünü resmi bayram ilan edelim demiş.

O gün bugündür beyazlar o günü Şükran Günü, Kızılderililer de yas günü olarak kutluyor.

Şükran günü yemeğinde masada olan ne varsa, mevzunun çıkış yeri olan Kuzeydoğu Amerika'da yetişen ürünler. Biz de durur muyuz, "Anadolu bu, boru mu bu?" ekibi olarak bu yerel lezzetleri tatmaya gittik. Yemek güzeldi.

Gelelim "Black Friday"e. Şükran Gününde tüm dükkanlar kapalı. O gece 12-1-2 gibi açılıyor. Özellikle elektronikte çok büyük indirim oluyor ve insanlar akın akın sıra oluyorlar marketlerin önünde. O gecenin soğuğunda tulumuyla, çadırıyla bile gelenler var. Bizim evin karşısı alışveriş merkezi üssü olduğu için çıkıp bakalım dedik. Kalabalıktan dudağımız uçukladı.





  Öyle yani canlarım ciğerlerim. New York'a gitmeden önceki son yazım olacak bu. Dönüşte New York'ta gördüklerimi ve Cristmas mevzusunu anlatırım, sağlıcakla kalın.

25 Aralık 2011 Pazar

Yalnız Kalem


Yok, dedi. ‘Yine olmadı.’


Aylardır yazmaya çalıştığı yazıya bir türlü odaklanamıyordu. Oysa ihtiyacı olduğunu düşündüğü her şeye sahipti. İki kütüphane dolusu kitap, rengârenk post-it kağıtları, kahve makinesi, bir köşede küskün duran haftalardır çalmadığı gitarı, yattığı zaman aralıksız 10 saat uyuduğu yatağı, tabloları, plakları, sallanan sandalyesi… Salakça bir gülümsemeyle ‘Master Yoda oyuncağım bile var lan.’ diye düşündü. Eski sevgilisi almıştı. Kışın battaniyelerinin altında Star Wars izlerken kız ‘ay o yeşil cüce ne kadar şirin, küçücük de bastonu var.’ dedikten sonra uzun ve ifadesiz bakışlara maruz kalmış, sonra da ‘tamam tamam yorum yapmıyorum.’diyerek yanağına tatlı bir öpücük kondurmuştu. Ertesi hafta kapıyı açınca karşısında kucağında Yoda ile gelen sevgilisini gördükten sonra bir kez daha sevmişti onu. Diğerlerinden daha uzun sürmesinin sebeplerinden biri de kızın doğal bir şirinliğinin olmasıydı. Konuşurken, kahvaltı hazırlarken, heyecanla gününün nasıl geçtiğini aktarırken, hoşlanmadığı kızın dedikodusu yaparken, ders çalışırken notları aklında tutmak için tekerleme uydururken… Sürekli kendisine hayran bırakan, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiye sahipti. Hatta kendisi için değerli olan kupayı düşürdüğü zaman yanaklarında oluşan kırmızılık bile ayrı bir anlam taşıyordu. Ama bu da yeterli olmamıştı. Bir süre sonra ondan da sıkılmıştı. İlişkilerinin devam etmeyeceğini söylediğinde ilk defa kızın gözlerindeki ışığın söndüğünü gördü. Tabii suratının tam ortasında hissettiği sert tokat ve ardından gelen kızın gözyaşları da içinde bulunduğu durumu tekrardan sorgulamasına sebep olmuştu. Haftalarca pijamayla, Yodayla beraber yatağında oturdu. Yatağın kenarında biriken bira şişeleriyle kule yapıp, defalarca pikap iğnesinin plaklar üzerinde hassas şekilde gezinmesini izledi. Bir-iki ay sonra yaşlı teyzesinin eve gelip ortalığa çeki düzen vermesiyle de rutin depresyon dönemi bitmiş oluyordu. Yalnızlıktan nefret ediyordu. Yalnızlığa küfürler ediyordu. Ama yalnızdı işte. Tek başına sinemaya gidiyor, patlamış mısırı tek başına bitirip, komedi filminde yalancı kahkahalar atıyordu. Bir tek kalabalığın içinde kendini iyi hissediyordu. Binlerce kişi ile bomboş bir şekilde yalnızca yürümek… Kafasını kurcalayan onca şeye tek iyi gelen belki de buydu. Önceleri gitarı alıp sahile iniyordu. Üzerinde Afrikalı bir müzisyenin olduğu t-shirt ü ve smile şortuyla, yanında rakı şişesiyle rastgele çalıyordu. Ama asla kendinden geçecek kadar vakti olmamıştı. Ya sesine ya da görüntüsüne (görüntüsü olması daha yüksek bir ihtimaldi çünkü dağınık saçları ilkel bir filozof izlenimi veriyordu) dayanamayan insanlar polisi arıyor ve şikâyetçi oluyorlardı. Polisin gelip de ukala tavırla ‘Kalk kendine biraz çeki düzen ver.’ dedikten sonra daha önceden ağzını tutmaya söz vermiş olmasına rağmen, derin bir iç çekip ‘Boş ver, karın beni böyle daha çok seviyor.’ demesi de yediği sıkı dayaklar koleksiyonuna bir yenisini eklemesini sağlamıştı. Ama bu sefer farklı olarak kendini karakolda bulmuştu. Buna rağmen tüm pişkinliğiyle komisere ‘O başlattı.’ diye diretmesi üzerine de geceyi orda geçirmişti. ‘Olsun.’ diyordu ‘En azından yeni bir şey öğrendim. Polisler eşleri hakkında konuşulmasını sevmiyormuş demek. ’ ‘Lan ’ diyordu bazen ‘Yazar olacağımıza gazeteci mi olsaydık acaba?’ Kıyak iş. Her gün farklı atraksiyon her gün farklı dümen... Gerçi yazarlığı da rastlantı eseri olmuştu. Çağdaş edebiyata dair kitaplar yayınlayan bir yayınevine öylesine verdiği örnek editörler tarafından çok beğenilmiş ve basmak için şartları konuşmaya çağırmışlardı. Öne sürdüğü tek şart ise isminin gizli tutulmasıydı. Taraflar anlaştıktan sonra da piyasaya sürülen kitap özellikle öğrenciler tarafından ilgiyle karşılanmıştı. Eeee normaldi tabi. 4 senelik bölümünü 7 senede bitiren biri olarak öğrencilerin halinden anlaması kadar doğal bir şey yoktu. Yaşamını değiştireceğini düşündüğü bu gelişme sadece para getirmişti. Lanet yalnızlığıyla yine baş başaydı. ‘Gazetecilik de tehlikeli be.’ dedi. ‘Hem bu ülkede gazetecilik yapmak, kutuplarda anket yapmaya çalışmak gibi bir şey olsa gerek.’ Bazen bunalımına bile karışıyordu ya insanlar en çok da ona kızıyordu. Otobüste kafasını koyup uyumaya çalışırken ‘Aa aaa. Saçını gördün mü? Hiç kesmiyormuşlar onlar. Yıkamıyorlarmış da. Satanistlermiş.’ ‘Ya sorma Gülten Ablanın yiğeni de böyle. Keçini sakalı bırakmış tıpkı bu çocuk gibi. Geçen oturmaya gitmiştik, valla Allah seni inandırsın çocuğun suratında meymenetin m’si yok. Küpe takmış bi de aynı görümceminkinden.’diyen teyzeleri bile duymamazlıktan gelemiyordu artık. ‘Ah be ablacım’ diyordu. ‘Ben inince yapsanız dedikodumu, ya da azıcık daha kısık sesle be!’ ardından gelen fısıltılar da daha beter oluyordu. ‘Bak bak, bizi dinliyormuş Nazife. Bunların ne yapacakları hiç belli olmaz.’ Bu yüzden yürümeyi tercih ediyordu genelde. Sigarasını yakıyor, yolların hükmeden bir kral gibi yürüyordu. Dükkânlarda çalan şarkılara ritim tutuyor veya insanların yüzlerine bakarak kişiliklerini tahmin etmeye çalışıyordu. Karısına azıcık korkuyla bakıyor; kılıbık, bebekli dilenciye 20lik bıraktı; cömert, yanındaki kadına işlerde fazla payı olmadığını söyleyen ama bir bakıma onaylıyor gibi gözüken adam; alçakgönüllü, takım elbisesiyle hızla geçen adam; hırslı, atkısını boynuna dolamış kemik çerçeveli kız; entelektüel, sürekli bir havaya bir de şemsiyesine bakan yaşlı kadın; kuruntulu… Sosyopat gibi hissediyordu arada kendini. Şuracıkta ölsem kimin umurunda olur diye düşünmekten de kendini alamıyordu. En çok üzülen muhtemelen mahalledeki Tekeldeki Ahmet Abi olurdu. O da olsa olsa kazancından önemli bir miktar eksileceği içindi.


Duraksadı. ‘Yalnızım lan’ dedi. Ağır ağır viskisini koydu. Cemil Meriç'in dediği gibi; ‘Bir zebaniyle birlikte olabilecek kadar yalnızım.’

24 Aralık 2011 Cumartesi

Balkanlar-Bölüm 1 Belgrad


Öncelikle merhaba ! Gençadamsın ailesinin tekrardan toplanması sonrası arka arkaya gelen yazılardan sonra hiç olmadığı kadar hareketli günler yaşıyoruz.(Nazar değmesin) Kadromuza yeni bir isimde katıldı böylece takım büyümeye başladı. (kötü bakkal) Yeni yazarımıza hoşgeldin,yazıların daim ve güzel olsun deyip konumuza geçelim.

Yazının konusu ne komikli ne kurgu ne ciddi bir yazı nede başka bişey aslında.Geçtiğimiz yaz yaptığım Balkan turuyla ilgili anı gibi aslında değil gibi hikayeler anlatıp kendi kendime konuşmayı düşünüyorum.Salih'in taaaa Amerikalara gidip okyanus ötesinden verdiği haberlerden sonra bende Adriyatik ötesini yazmaya karar verdim.(Son anda düşündümde yazı biraz anı biraz gezi yazısı gibi olacak)

Efeeendiiim yazıya başlamadan son durak olarak bahsi geçen geziyle ilgili kısa bilgiler verip ardından anlatmaya başlayacağım.Gezi 7 ülkeden oluştu.Sırasıyla Sırbistan,Hırvatistan,Bosna-Hersek,Karadağ,Arnavutluk,Makedonya ve son olarak Kosova.Bu yazının konusu ise Belgrad-Sırbistan.7 ülkenin arasında geçen yollarda kat ettiğim mesafe 4.000 km.O yüzden çok çok yorucu bir gezi oluyor.

Saydığım 7 ülkenin hiçbirinin Türk turistlerden vize istememesi en büyük artısı.O yüzden Salih'in Amerikan konsolosluğunda yaşadığı deneyimlerin hiçbirini yaşamadım.Sıkıcı girizgahları ileri sarıp uçağın hareket gününden bir gün önceye sarıyorum..

Uyarı:Yazı epey uzun,devrik cümleleri,dil bilgisi hataları ve anlam belirsizliği içerir.Şimdiden gösterdiğiniz anlayış için teşekkür eder aradan çekilirim..


7 ülke gezeceğim ve sürekli hareket halinde olacağım için yollarda aç kalmamak için buradan kek,bisküvi,hazır çorba,kaşar gibi insanı hayatta tutabilecek malzemeleri bavula eşyalarla beraber istifleyip uçak saatini beklemeye başladım.Ertesi sabah uçağım olduğu için(uçuşu olmak oh yea) heyecandan pek uyuyamadım aslında sabah pek gelmek bilmedi ve nihayet güneş o güzel yüzünü gösterdiğinde sabah 9 daki uçağa yetişmek için yola çıktım.İstanbul-Belgrat arası yaklaşık 1 saat 50 dk sürüyor.(Hayır 2 saat değil) Sabah 9.10 kalkan uçağım yerel saat ile Belgrat'a 10.10 da iniyor.(1 saatlik zaman farkı var aramızda) Aradaki zaman farkından dolayı gereksiz bir mutluluğa giriyorum.Futbola olan ilgimden dolayı Partizan ve Kızılyıldız takımlarına sempati besliyorum.Aklımda iki takımında ürünlerini almak var.Uçak alçalmaya başlarken camdan dışarı bakınca tamda Partizan stadının üstünden geçtiğimizi görünce iyice keyiflenip gaza geliyorum resmen geldim artık.

Belgrat havaalanı Atatürk havaalanına göre çok çok küçük.Bizim Sabiha Gökçen'den bile çok daha küçük olduğunu söyleyebilirim.Herşey iç içe ve tam bir koşuşturma hakim.Yıllardır okuduklarımız,izlediklerimizden ötürü Sırplara karşı ister istemez oluşturduğumuz ön yargı aklımın bir köşesinde duruyor.Türk olduğumuzu görünce kıllık çıkarırlarmı acaba diye düşünmeden edemiyorum.Pasaport kontrolünde bulunduğum sıradaki polis biraz sorunlu birine benzediği için yan sıraya geçiyorum.Bu sırada daha nazik görünen 35-40 yaşları arası güler yüzlü bir abla pasaportumu kontrol ediyor ve beni 'Welcome to Serbia' diyerek Sırbistan topraklarına buyur ediyor.



Pasaport kontrolünden sonra aslında iyi insalar olabilirler düşünceleriyle gidip bavulları buluyorum ve oyalanmadan havaalanından çıkıyoruz.Dışarıya çıkar çıkmaz havanın çok sıcak olduğunu fark ediyorum.Yakıcı,boğucu enteresan bir sıcak bu.Havaalanını şehrin oldukça dışında inşaa etmişler.Yarım saat(süreden tam emin olmamakla beraber bundan az değildi) kadar süren bir otobüs yolculuğundan sonra şehire batı kapısından Sava nehrinin bulunduğu bölgeden giriyorum.Şehre ilk girişte Partizan'ın basketbol maçlarını oynadığı Belgrat Arena'yı ve daha ileride Tito'nun partisi Partizan'ın genel merkezini gördüğümü hatırlıyorum.Yabancı ve hiç bilmediğin bir kentte olmak çok heyecan verici.Bir sağa bir sola bakınıyor birşey kaçırmamak için gözlerimi açık tutuyorum.

Etrafı çok ayrıntılı tasvir edip sıkmak istemiyorum ama bazı bölgeleri anlatmadan geçmek olmaz.Şehri gezerken savaşın izlerini görmek mümkün.Nato tarafından bombalanmış eski savunma bakanlığı binasının yıkılmadan aynı şekilde bırakılması gibi çarpıcı örnekler o vahşeti hatırlatıyor.Bir zamanlar Osmanlı'nın sahip olduğu Belgrat kalesine gittiğimde ise garip duygulara kapılıyorum.Yıllardır kitaplarda okuduğumuz Avrupaya yapılan seferlerde kullanılan üssümüzden etrafa bakıyorum.Kaleyi çok iyi koruyup,içine yaptıkları geniş parklarla yaşayan hale getirmişler bu yüzden çok takdiri hak ediyorlar.

Şehrin önemli binalarını,caddelerini panoramik olarak gezip şehrin kalbinin attığı bölgeye Cumhuriyet Meydanına gidiyoruz.Meydana geldiğimde aklımda otobüsle yanından geçerken gördüğüm Kızılyıldız store var.Etrafa sorarak gördüğüm bölgeyi tarif etmeme göre oraya yürüyerek gitmemin imkansız olduğunu fakat daha yakında bir yerde başka bir tane olduğunu öğreniyorum.Sırp rehberimizden aldığım bilgileride kafamda tutarak düşüyorum yollara.Elimde ne bir harita ne etrafı bilen biri nede başka birşey var.Tek bildiğim bulunduğum caddeden başka yere sapmadan dümdüz yürümem ve tam karşıma çıkacak olan Sovyet döneminden kalma siyah,çirkin,estetikten uzak gökdeleni görüp sola dönmek.


Herşey aklımda yürümeye başlıyorum.Fakat yürüdükçe yol gidiyor yürüdükçe gidiyor.Bana cadde diye anlattıkları yol resmen bulvar çıkıyor.Bizdeki İstiklal Caddesinin 2 katı genişliğinde ortasından arabalar akan kenarlarında geniş kaldırımlar bulunan güzel ve epey geniş bir bulvar.Tariflere göre 10 dk yürüme mesafesinde olan gökdeleni aradan 20 dk süre geçmesine rağmen hala görebilmiş değilim.Ha döndüm ha dönücem bulamadım derken 200 metre mesafeden görüyorum o'nu.Evet rotamı bozmadan gelmiş büyük bir iş başarmıştım artık hedefim en fazla 400-500 metre mesafede diye düşünürken gökdeleni gözden kaybediyorum !! Nasıl becerdiğimi bilmesemde koskoca bina yok oluyor.Şimdi sçtım galiba yanlış yola girdim diye düşünürken sora sora Bağdat bulunur diyerekten közde mısır satan abinin yanına yanaşıyorum.Abinin İngilizce anlamaması,üstüne yediğim küfür ve elimde ne ara aldığımı hatırlamadığım közde mısırımla yola devam ediyorum.Bu sefer soracağım kişi daha modern görünümlü dondurmacı.Şansıma abla İngilizce biliyor ve yolu kaybetmeme rağmen yakında Kızılyıldız store olduğu söylüyor ve tariflere göre 500 metre sonra dükkanı buluyorum.Dükkanı bulduğumdaki yaşadığım hazzı anlatamam.Yaklaşık 4-5 saat önce ayak bastığım ve hiç bilmediğim bir şehirde bu kadar yol yapıp hedefime ulaşmam egomu tatmin ediyor.

Dükkana yöneliyorum.Aman Allahım bu ne güzel bir kırmızıdır böyle.İçeride formalar,eski resimler,bayraklar kısacası ne ararsanız var.Hemen formaların olduğu bölüme gidip formamı deneyip alıyorum.Tam paraları sayarken Sırp Abla(evet çoğu yerde ablalar çalışıyordu) No Euro !! diye beni uyarıyor.Olurdu olmazdı derken kendimi yine yollarda 'change office' ararken buluyorum.Neyseki dükkandan çıkıp ilk sola girdiğinizde bir change office var fakat oraya gitmenizi pek önermem.Abartısız 2 metre kare alanda 2 metre boyunda 2 metre eninde tam olarak mafya 2 abi oturuyor.Ağızda purolar -Ne vardı yeğen(ingilizce) diyorlar. Tırstığımı belli etmeden -Abi köşedeki dükkana gelmiştim para bozduracağıdım(şiveli ingilizce) deyip uzatıyorum 50 euroyu. Neyseki korktuğum olmuyor ve abiler paramın karşılığını verip beni uğurluyorlar.Zira paramı vermeyip hadi şimdi sktir git deseler gıkımı çıkaramaz gtüme baka baka dönerdim öyle tiplerdi.Dövmeli,küpeli,sakallı,atletli,puro içen gibi her türlü olay bunlardaydı.


Mafyadan aldığım parayla gidip formamıda alıp fonda 'We are the champion' müziği eşliğinde dansa başlıyorum.Artık arkamda çok sağlam.Mahallede kavga olursa,kız mevzusu olursa bir telefonla Sırbistan'dan kankalarımı çağırabilirim öylede biriyim yani.


Bir forma uğruna çektiğim bunca eziyet,yürüdüğüm onca yol,kapıştığım mısırcı,mafyayla kanka olmam gibi türlü etmenlerden sonra Belgrat'taki ilk gecemde başımı yastığa koyarken tek hissetiğim duygu mutluluk..

23 Aralık 2011 Cuma

Lekeli Güvercinler

‘olumm biz Fikirtepe çocuğuyuz’ diyerek semt ağzıyla girdi cümleye ‘İnsene Fikirtepede, biz adamı naparız lan biliyo musun ‘? Karşısında duran, kirli sakallarından ve soluna doğru bıkkınlıkla attığı çapraz çantasından üniversite öğrencisi olduğu belli olan genç ‘Ne yaparsınız be, anca böyle hayvanlık yaparsınız zaten’ dedi ve çocuğun yıpranmış çakma Abercrombie Fitch eşofmanını ve cırtlak renkteki kirli kazağını iğretiyle süzdükten sonra ‘Sizin gibilerin yalnızca veterinere ihtiyacı olur ’ diyerek sesini yükseltti. Otobüse birden derin bir sessizlik hâkim oldu. Alışverişten dönen ve otobüs fren yaptığında poşetler kaymasın diye ayaklarıyla siper yapan ev hanımının, “çok yorgunum bir kez de ben oturayım” düşüncesiyle uyuma taklidi yapan liseli öğrencinin, kadro fazlası yüzünden işten çıkarılıp kapı dışarı edilen ve kızının yüzü aklına gelince içi burkulan işçinin gözleri sesini yükselten gence döndü. Genç her ne kadar tepkisini koysa da düğmeye basarak sonraki durakta indi. Malum çocuklar sokak çocuğu idi ve ne yapabilecekleri belli olmazdı. Aslında olaylar şöyle gelişmişti: Otobüs hareket edeceği sırada elinde birer güvercinle otobüse binen, giyiniş tarzı ve bağırarak konuşmalarından otobüstekiler tarafından sokak çocuğu teşhisi konulan iki çocuk, birden oranın istenmeyen kişileri olmuştu. Bir de üstüne güvercinlerin kanatlarını açıp incelemeleri ve gülüşmeleri üzerine dayanamayarak ‘Ne yapıyorsunuz siz?’ diye çıkışan öğrenci de ordakilerin sesi olmuştu. Oysa, kentleşme evriminin bir sonucu olarak karşılarına çıkan o çocuklara bağırarak değil sakince müdahale etmenin yerinde olduğunu çocuk semt ağzıyla ‘olumm’ çektikten sonra anlamıştı. Genç indikten sonra da çocuklar bu uyarının bir etkisinin olmadığını kanıtlar nitelikte şamataya devam ettiler. Çaprazlarındaki genç kıza, güvercinleri gösterip ‘Isırmaz abla korkma’ diyerek sapsarı dişleriyle gülüyorlardı. Olanları çocukların yanı başından sessizce izleyen adam çocukların dikkatini çekmek için ‘O hayvanları nerden aldınız? ’ diye sordu. Çocuklardan biri yarım ağızla ‘Taklacı bunlar abi. Hayvan pazarından aldık ’ diğeri de ‘Lekelidir bu lekeli. İyi cinstir.’diye kendinden emin bir tavırla ekledi. ‘Yazık değil mi hayvanlara? Bırakın özgürlüklerinin keyfini sürsünler, oyuncak gibi elden ele taşınır mı, günahtır.’ dedi adam. ‘Size yirmişer lira vereyim de salıverin o kuşları’. Para teklifini duyunca çocuklardan boyu kısa olanın gözleri parladı ama sanki yanlış bir şey teklif edilmiş gibi kafasını iki yana sallayarak ‘Olmaz abicim, kurtarmaz ’dedi. ‘Biz onlara iyi bakarız,hem kafesimiz bile var. Bunları da götürdüğümüzde tam bir düzine olacak. ’ ‘E bakabiliyor musunuz o kadar kuşa?’ dedi adam küçümser bir tavırla. ‘Ooooo hem de krallar gibi. ’ dedi uzun olanı elini sallayarak ‘Haftada üç gün Rıhtım’a boyaya inerim ben onlar için. Yemleri bitince de gider Sultanahmet’ten alırız. Orda bi tane sakallı yaşlı amca var bizim için yarı fiyatına veriyor. ’ Küçük olanı da yine sesinin tonunu ayarlayamayarak ‘ Bunların pislikleri de para eder amca. Hasanpaşa’da bir sürü kedisi olan bi teyze var. Begonyalarına çok iyi geliyormuş. Önceleri sadece ona götürürdük, şimdi komşuları da istiyor onlara da götürüyoruz.’ Sonra sır verir gibi yaklaştı ve kısık sesle; ‘Aslında Hasanpaşalıları pek sevmeyiz biz, mahalledekiler bilmiyor ama naparsın güvercinler için işte. ’ adam gülümsedi ‘Kadıköy’ün Teksası mı oluyorsunuz şimdi siz? ’ büyük olan uzun,kirli tırnağıyla kafasını kaşımaya başladı ‘Teksas nere ki amca?’. Adam güldü; ‘Amerikanın bir eyaletidir Teksas. Kovboyları da mı bilmiyorsunuz?’ çocuk ukala bir tavırla ‘Kovboyları tabi bilirim.’dedi. ‘Kovboy Kahvesi var bizim mahallede. Kaçaktan kumar oynatır haftasonları. Di mi lan?’ diyerek dirsek attı diğer çocuğa onaylaması için. ‘Tabi , Selim abinin yeriydi. İki-üç kere de aynasızlar bastı hatta. ’ Kirli, ifadesiz, pis suratlara baktı adam. ‘Okula gitmiyor musunuz siz?’ diye sordu. ‘Yok be abi bırakmak zorunda kaldık ’ dedi ‘Yoksa biz de istemez miydik okumayı?’ Uzun olan ise milletin yüzünü süzmeyi bırakmış inmeye hazırlanıyordu ‘Hayat boktan be abi ’ dedi diğeri ise esmer suratında beliren buruk gülümsemeyle; ‘Bizim için aslında sadece güvercin bokundan.’

bahçi forçu tambov çiki çiki çikita




Puslu,bulutlu,yağmurlu,fırtınalı İstanbul havası psikolojinin içine etti.Böyle havamı olur lan ?? Klipte ki gibi dans edenlerin arasına katılıp en büyük sıkıntımın bugün nerenin havasını oynasak ?? olsun istiyorum.Biraz olsun bu havadan kurtulmak sıcak plajlara akmak için ne diyoruz ?? ' Bahçi forçu tambov çiki çiki çikita !! ohhh

22 Aralık 2011 Perşembe

Cinnet Modern

Kaç zamandır aklımdaydı Cinnet Modern'i buraya koymak. Bi köşede dursun onun feyziyle blog da adam olur diyordum. Gel gör ki devrimden önce buralar pek müsait değildi "Cinnet Modern"e, artık içim rahat asil kanım çok devrimci pompalanıyor. Biliyorum ki değerli okuyucularımız Cinnet Modern'in değerini kavrayacak vasıfta insanlar.
Sizleri bir cinnetin şiiri
bir asrın şiiri
asrımızın şiiri ile baş başa bırakıyorum.
 cinnet modern
Bir kırlangıcın kanı var ön camımızda

Sanayi devrimi çünkü kuşların ölümüdür

Picasso ve prezervatif işte tam da bu anda
 
Bu anda bir kız ağzına bir cinneti almaktadır
 
Cinnet modern
 
Bizi zihnin müstemlekesi kılan

 Cinnet modern

 Bizi gümüş kaşıklardan alıkoyan

 Kalan yalnızlık vardır artık akşamlardan 

Televizyon yalnızlığı, renk yalnızlığı, insan

 Şiir çekilmektedir köhnemiş rüyalarımızdan

 Geveze ve umutsuz, şizofren ve unutkan

 Cinnet modern

 Kır kahvelerinde hafta sonu romantizmi

 Cinnet modern

 Birdenbire bir köprünün tastamam hayali

 Bir kadın bir çocuğu kucaklayacakken kurcalamıştır

 Acı doludur o devlet sarısı zevksiz koltuk

 Dönülmez dünyaya vakit hayli olmuştur

 Dönülmez, şuramıza gelip oturmuştur yoksulluk

 Cinnet modern

 Gloria jeanste sumatra bilmem ne kahvesi

 Cinnet modern

 Abdullah Gül'ün ülkemize cumhurbaşkanı seçilmesi

 Aynalı sözler bulup biçimsel denemelere girişip politikayı keşfedip ruhlarımızı yağmalamak isteyenler için tekmil verip / kıymetli katkılarımız için cep saati tazminat plaket öpücük alıp / birikmiş paramızla bir nokta otuz dokuzla on yıl vadeyle / vadesi dolmuş insanlığın mezarına işeyen o amerikalı pis herifin adını sapıklık gibi / sapkınlık gibi rafizilik gibi çift elle çift bıçakla çiftle çubukla toprakla irtibat halinde / ayakkabılarını çıkarıp ellerine alıp ayaklarını toprağa basıp / beşiktaşı semt takımı olduğu için severken kapitalizmi yeniden icat edip / allen abi papa olsana diye bağırınca sanki kazanda bir ayaklanma bastırılıyor / kazan türkleri diye birileri var kaplanlı belgeselden hemen sonra çıktı televizyonda çıktı / televizyona baykal da çıktı inanamazsın lafın sözün belini kırıyor / sokakları bar adlarıyla tanıyan yaşı geçkin kızların mutlu evlilik hayalleri bir kez daha eczaneye / eczanelerde ağrı kesici var bepanten var işe yarar nesneler solgun kimesneler var ihraç fazlası gibi hissediyorum kendimi / cypralex iyi geliyor donuk mat kimsesiz bir cihangir sokağında / zaten o garson çocuk da ayrılmış o kafeden doluşalım kafelere sevişelim ama üremeyelim dikkat edelim aile planmasına kardelenler kampanyasına destek verelim modernleşelim adamın canını sıkmayalım hırtlık yapmayalım değil mi eren safi / türk şiirine teknik bir arıza nedeniyle ara verelim suyun akarını bulalım etliye sütlüye karışmayalım senede iki takım elbise ramazanda erzak alalım / patronla yemeğe çıkalım patronu kafaya alalım şehrimizin düşman işgalinden kurtuluşunu coşkuyla kutlayalım / şehrimiz kurtulsun kuran da okuyalım ama ardından yürüyelim o mezara anı defterlerini dolduralım gayrı safi milli hasılamızı / özallı yıllar tabii çok önemli yıllardı entegrasyon kelimesi amma ritmik ejekülasyon gibi / akar gider durmaz gider sokaklarda liseli kızların aman allah bacakları süt ve bal / bal işine girelim kaçkarlardan bir arkadaş bal yollasın biz istanbulda doğal beslenme meraklısı aptallara satalım / selahattin yusufla unisex tişört tasarımı işine de girebilirim her an / her an hatırı sayılır bir cinnet geçirip ot yok mu lan taş yok mu hadi kitabınız yok ulan allahınız da yok mu diye nara atarak / sonunda paşa olan semtlere iki oda bir salonlara sabahlamalara sarayın tavuklu çorbasına kadir abimizin lan saray / padişahlık geri gelsin yıkalım cumhuriyetin değerlerini kurumlarını kurumsal olalım / iletişim müdürlüğü ihdas edelim insan hakları şefliği insan hakkını alabilir mi bu dünyadan test edelim / iş başvurusu formu dolduralım kravat takalım siyah takım elbiseyi indirim var daniel hechterdan alalım / hasta olalım kusalım tiksinelim bıyıklılardan bıyıklılar tehlike arz etsin terörist olsun bıyıklılar hasta olalım kusalım tiksinelim bıyıklılar

 Cinnet modern

 Usul usul şehre bir dalgakıran çekiliyor

 Cinnet modern

 İnsan yazdıkça sanki daha da sakinleşiyor


İsmail Kılıçarslan
---
Burada da Tarık Tufan'ın sesinden Cinnet Modern var, bakabilirsiniz. İsmail Kılıçarslan daha güzel okuyor elbette, ancak internette mevcut değil.

20 Aralık 2011 Salı

We're all living in America

Merhaba ciğerini yediklerim;

Ciğer sevmem. Hatta elmadan sonra en sevmediğim katık olarak sayabiliriz ciğeri. Ama bir hitap şekli olarak "ciğerini yediğim" bana çok hoş ve samimi geliyor. Nasılsa kimsenin okumadığı bir blogda yazdığım için herkese ciğerini yediğim diye hitap edebilirim gönlümce, ne güzel lan. Her neyse, gelelim asıl mevzuya.

Bildiğiniz gibi bu aralar okyanus ötesindeyim. Üniversite eğitimim sebebiyle Amerika'da olacağım bu sene. Çok sevdiğim Kafsinkaf arkadaşımın İstanbul'da çok güzide bir mekan olan karargahlarımızdan birinde bana uyguladığı ısrar sonucu, buradaki tecrübelerimin bir kısmını siz değerli okuyucularımızla paylaşma kararı aldım.

Yazıyı olayların kronolojik akışına göre yazmaya karar verdim. Neticede tamamen "American Dream" tecrübesine vakıf olamayacağım, en azından burada yaşayan bir öğrenci nelerle karşılaşır onları aktarmaya çalışayım.  Konsolosluk görüşmesinden başlamak en faydalısı olur bence.

Bildiğiniz gibi İstanbul'daki Amerikan Konsolosluğu Sarıyer sırtlatında bir kartal yuvası. Oraya gitmeden önce tabi bir sürü şeye ihtiyacınız olacak, Bunların en önemlisi tahminimce internetten doldurulan vize başvuru belgesi. DS-160 adında, size her türlü sikko soruları soracakları İngilizce bir belge. "Daha önce hiç terörist gruplarda bulundunuz mu, vücudunuzu para karşılığında sattınız mı, ülkeye ayak bastığınızda terörist faaliyetlerde bulunmayı planlıyor musunuz, bir klana üye misiniz??" gibi garip garip sorular olacak. Hepsine hayır diye cevap verip 10 sayfayı aşmanız kafi.

Bankaya randevu için para yatırmanız da gerekiyor elbette. 20 dolar yatırıp bankadan bir makbuz alıyorsunuz, makbuzda aramanız gereken numara ve randevu için kullanacağınız uzunca bir şifre var. Eğer vize alamazsanız bu para yanacak, ama en kötü haber elbette bu değil. 200 ve 140 dolarlık iki ayrı ödeme daha var ama ayrıntıları tam olarak hatırlamıyorum.

Her neyse, tüm bu evrak işlerini hallettikten sonra randevu saatinden 30 dk önce konsolosluğa vardınız. Eksik bir şey bırakmadığınıza emin olun çünkü eğer eksiğiniz olursa sizi yolmak için konsolosluğun önünde tükan açmış dallamalar olacak. Bir fotoğrafa iki makas atmaya 10 lira alıyorlar dikkatli olun.

Girişte zaten tüm elektronik gereçleri bırakacaksınız, hiç öyle konsolosluğu falan patlama hayali kurmayın. Zaten yüz yüze görüştüğünüz tüm personel türk. Amerikalılarla sadece kurşun geçirmez camlar ardından görüşebilirsiniz. Korku diye buna denir hellyeaa...

Kafanızda hiç öyle sorgu odasına alınmak, fbi ajanı tipli birinin elinde dosyalarla odaya girmesi falan belirmesin. Bildiğiniz banka, neredeyse hiçbir farkı yok. Önce parmak izi numarası veriyorsunuz, orda sevimli iki Amerikalı kız var, sizi yanıltmasınlar asıl sorgulayacak olanlar tam orospu çocuğu. parmak izinden sonra oturup sıranızı beklemeye başlıyorsunuz. 4 gişe görevlisi çalışıyor vize kabulu için. Numaranızın yandığı gişeye gidip meramınızı anlatıyorsunuz, gıcık gıcık sorular soruyorlar.

Soruların geneli Amerika'ya asıl gidiş niyetiniz ve paranız üzerine. Eğer geliriniz kağıtlarda düzgünce belirtilmişse para ile ilgili sıkıntı çıkmayacaktır. Mülteci olmayacağınızı anlamak için sorduğu diğer soruları da kısa kısa kesin cevaplarla yanıtladığınız takdirde aşılmayacak problem değil. Görevliler Amerikalı, Türkçe biliyorlar ama İngilizce konuşurken elbette daha rahatlar. Eğer İngilizce'niz yoksa tercüman ordusu arkada bekliyor, çağırın gelsinler işleri ne.

Vizeyi alırsanız ups masasına gidip bi de onlara kargo parası bayılıyorsunuz, onlar size getiriyorlar.

Neyse aşalım bunları. Sıra geldi yolculuğa. Bagaj için çok fazla yasak şey vardı ama Amerika'ya ayak basınca çoğunun kimsenin umurunda olmadığını gördük. Eğer çok ayrılamayacağınız bir şey varsa (yiyecek olarak söylüyorum) mutlaka valizinize alın. Sıvı olmadığı müddetçe sorun çıkmayacaktır. Peynir getirmedim diye kendime çok sövüyorum ben mesela.

Yakınlarınızla vedalaştınız, meşhur el sallamaları yaptınız ve döndünüz pasaport kontrolüne. Uçağın kalkışına 45-50 dk var. Geçtiniz free zone'a. Eğer sigara falan içiyorsanız duty free'den kutu kutu almanızı tavsiye ederim. İçip de almayan arkadaşlarım çok pişmanlar. Duty free vergisiz güzide bir mekan, ilginizi çekebilir. Sonra da uçak için beklemeye başlıyorsunuz işte.

Ortadaki,gözlüklü yakışıklı olan benim, karıştırılmasın.
THY'nin İstanbul-Washington DC direk uçuşları mevcut 12 saat sürüyor yolculuk, muamelesi güzel :) Dulles Havalimanına indikten sonra her cevval Türk vatandaşı gibi arkadaşlarımız pilotu alkışladılar. Neyse ki kuulluğumdan ödün vermediğim için kılımı dahi kıpırdatmadım, ne bohem şey o öyle. Ayrıca dikkatinizi çekerim uçaktaki Türkler dışında kimse alkışlamadı pilotu, burdan da birileri ana fikri kapsın işte, her neyse.

Ah zenci vah zenci. 
Uçakta mülteci formları dağıtılıyor. Onu dolduruyorsunuz ki girişteki kontrolde CIA ve Government sizi kayıt altına alsın. Türkiye'deki pasaport kontrolünün bir benzeri de burada oluyor. Uçakta doldurduğunuz belgeleri veriyorsunuz, geliş amacınızı açıklıyorsunuz, parmak izleriniz alınıyor,fotoğrafınız çekiliyor ve bilumum fasulye dalgaları işte.
Lafa zenci diye neden girdiğimi açıklayayım şimdi. Benim pasaport kontrolmemurum zenciydi. Normaldir, burada faşistlik, ırkçılık yapacak değiliz, zaten memlekette beyazdan çok zenci var. Her neyse, ben daha Amerika'ya yeni adım atmışım, filmler dışında İngilizce konuşan zenci görmemişim arkadaş, bi anda yüklenme başladı bünyeye. Adam konuşurken sallanıyor, garip-anlamadığım bir aksanla konuşuyor falan. Sonra arkasındaki diğer zenci kardeşine komiklikler şakalar yapmaya başladı. Bu ikisini bi gülme aldı ama katır gibi gülüyorlar görmeniz lazım. 
Benimle dalga geçiyorlar diyeceğim ama en azından durumu kurtaracak kadar İngilizce'm var, benimle de ilgili değil durum. Hem katır gibi gülüyor hem benim işlemleri yapıyor herif. Ulan öküz, mühür falan basıcan azıcık yavaş ol dikkatli bas. Herifte üniforma var şu var bu var. Sen devletin memurusun azıcık efendi ol diğ mi efendim.

Öyle yani, zenci meselesi burda mühim, daha sonra uzun uzun açıklayacağım. İşte böyle ciğerini yediklerim, çok da yüklenmek istemiyorum şimdiden başınızı şişirdim. Bürokratik işlemleri anlatmadan olmazdı biliyosunuz yaşamadan da önceden bilinmesi lazım. Öyle yani.

Not: Geldiğimden beri en az 15 Amerikalıya Elvan Dalton dinlettim içiniz rahat olsun

19 Aralık 2011 Pazartesi

Home Sweet Home

Merhaba değerli 'gencadamsin' okurları-tabi öyle birileri varsa.Bir ay kadar önce, aldığım kararla blogdan ayrıldığımı açıklamıştım.Bir ayı geçti mi lan yoksa, ne biliyim işte oldu bayağı ben söyleyeyim bir ay siz anlayın 3 ay.Blogdan ayrıldığım günden bu yana, günlerimi Karadenizde,rahmetli dedemin yıllardır kullanılmayan dağ evinde tek başıma geçirdim.Az uyuyor, az yiyor, az konuşuyordum ve kendimle bir iç hesaplaşma yapıyordum.Bu süreçte kendimi adayacağım konuları,zorluk seviyesine göre kolaydan başlayarak sıralamıştım.Hayatın anlamını,insanın varolmasındaki hikmeti ve bunun gibi bir kaç basit sorunun daha çözümünü kafamda belirginleştirdikten sonra geldim asıl büyük probleme:"BLOGU BIRAKMA KARARIM".

Bu sorun üzerinde yoğunlaştığım günleri hatırlamak bile istemiyorum.Beynim adeta bulanmıştı,uyuyamıyor,kafamı toplayamıyor ve hatta düşünemiyordum.Nadiren daldığım uykulardan ateşler ve terler içinde uyanıyor, sık sık istifra ediyordum.Bendeki bu kötüye gidişi,haftada bir bana yemek getirmek için uğrayan(bir gün için yedi zeytin ve bir kap su)yaverimde farketmiş olmalı ki bana, hiç iyi görünmediğimi ve İstanbul'a dönmemin benim için en iyisi olacağını defalarca ifade etti.Bu önerileri kesin bir dille reddettikten sonra düşünsel sürecimi daha da derinlere taşıdım.

Bu yıpratıcı sürecin sonlarına doğru bloga geri dönmemin en iyisi olacağı kanısına varmıştım ki, süreç tamamlanamadan yaverimden gelen acil telefonla kesintiye uğradı. Yaverimden gelen telefon bana,arkadaşlarımın pazartesi gününe halısaha maçı ayarladığını ve gitmessem onları çok pis satmış olacağımı söylüyordu.Bende ilk uçakla İstanbul'a dönerek halısaha maçına çıktım.Sürecin kalanını da halısahada tamamladım ve blogu bırakmamın hayatımdaki en büyük yanlış olduğu,bu günden kelli yazılarıma devam etmemin en doğrusu olacağı sonucuna vardım.Blogun diğer değerli yazarlarına ve -varsa- sevgili okurlarına duyuruyorum.Halısaha maçını da kaybettik anasını satiiim.

İsyan

Merhabalar;

Adamakıllı bir şeyler yazmayalı uzun zaman oldu. Aslına bakarsanız bu blog açıldığından beri adamakıllı bir şey yazdığımı hiç hatırlamıyorum. Şöyle bir eskilere doğru gittim de, liseli ergen genç kızların tumblr sayfalarından neredeyse bi farkı yok blogun. Çok canım sıkıldı.

Ulan zaten 5 kişi okuyo yazdıklarımızı, bari adam gibi şeyler yazsaydık diye düşündüm. Üç noktayla biten şiirler paylaşmaya tövbe ettim sonra. Bakınca gördüm ki ne kadar üç noktalı cümle varsa getirmiş koymuşum buraya. Can Yücel'i facebookta orospu etmek gibi bir şey olmuş.

Kafsinkaf ve erkekadam bana bu blogu açma teklifini getirdiklerinde, İstanbul'un güzide bir semtinde ondan daha güzide bir çay bahçesindeydik. Kafamda ne de güzel şeyler çakmıştı. Sırf marjinallik olsun diye blog işine hiç girmemiştim o zamana dek ama belki de bir farklılık ortaya koyabilir, güzel şeyler yapabilirdik.

Yuh kafaya bak, blog lan bu, ne farklılığı. Her neyse, yapa yapa film replikleri paylaştığım bi yer yaptım burayı. Kendimden iğrendim arkadaş. Ama artık tövbeliyim, kendime geldim çünkü. En azından kendimi rahatlatan yazılar yazarım.

Şu kodumun gavur memleketine geldiğimden beri tek kelime yazamadım zaten. Güya kitabı bitirmeye niyetlenmiştim. Sanki bitirsem ne olacak bok gibi oldu, tıkandım kaldım. Her neyse, öyle işte, bundan sonra sikko ergenlikler yok kendi adıma söz veriyorum. Zaten benden başka bu hıyarlığı yapan da yoktu. "Erkek adam" desen zaten blogu bıraktı gitti ortalarda gözükmüyo.

Belki adam akıllı şeyler yazarsak birileri bakar, feyizlenir, bi gece yarısı varlık sebebini düşünürken katkıda bulunmuş oluruz diye düşündüm. Sonra ne diye buna şimdi karar verdiğimi sordum kendime. Ne diye 3 ay önce gelmedi aklma?

Büyüyoruz. Büyüdükçe yalnızlığımız artıyor. Bilgisayarıma orospu çocuğu bir virüs girdi mesela. Kimse gelip derman olmadı, siklenmedim. Böyle basit bir yalnızlık değil belki ama insanı zamanla çürüten bir şey.

Michael sikkofield da sıçtı ağzıma kaç gündür zaten. Kafamda bin türlü yılan gezip duruyor. İlluminati'ye, Masonlara, dünyanın ebesini sikenlere,sermaye sahiplerine, Ajdar'a, Darth Vader'a kuyruğuna basılan Battal Gazi gibi saldırasım var. Çok pis gazlıyım anlayacağınız.

Amerika'nın havasından mıdır suyundan mıdır bilmiyorum, her an bir filmin içinde gibi hissediyorum kendimi. Tek umudum sikko bi sanat filmine düşmüş olmamak. Bi ara anlatırım zaten buraları. Susturamazsınız yalnız sonra. Şener Şen gibi "Ben Amerika'dayken" diyecem bol bol. Gerçi ona daha zaman var, hala uzun bir süre buradayım.

Az küfredince iyi geldi bak, rahatladım. Her neyse canımın içleri, kendinize iyi bakın öptüm.

Not: Durumu daha iyi açıklaması umuduyla yazı esnasında arkadaşlarımın beni farklı açılardan çektiği fotoğrafları koyuyorum, ev biraz dağınık kusura bakmayın.




Sağlıcakla

9 Aralık 2011 Cuma

Fetih 1453





Çekimlerine başlandı haberleri yaklaşık 2-3 yıl önce başlanan hasretle beklediğimiz Fetih 1453'e nihayet kavuşuyoruz.Tarihimizle ilgili konular işlemeye igilienmeye çok daha önce başlamalıydık ama buda bir başlangıçtır.Şuana kadar fragmanlarından ve yorumlardan anlaşıldığı kadarıyla en çok para harcanan ve emek verilen film deniyor.Beklentimiz olağanüstü işler yapılması değil fakat asılolan saçmalanmaması.Konu aldığı olaya sadık kalması ve saçmalamaması isteğiyle heyecanla bekliyoruz..

5 Aralık 2011 Pazartesi

Dört Kitabın Manası


Haluk Bilginer ve Şebnem Dönmez'in "Hacivat-Karagöz Niçün Katledüldü" filmindeki nefis düeti...