22 Aralık 2012 Cumartesi

…ve Güneş Batıdan Doğdu – 2

-Bahsi Geçen Olayların ve Kişilerin Tamamı (?) Hayal Ürünüdür.-

2. Mahkeme


- Adını söyle.
- Ahmet akşafak.
- Kaç yaşındasın?
- En fazla yirmiyimdir.
- O nası cevap lan, doğru düzgün cevap ver. Kaç yaşındasın?
- Yirmi.
- Yalan söyleme ulan!
- Adabınızı takının. Ayrıca, beni ne hakla mahkemeye çağırıyorsunuz? Neyin sorgusu bu?
- Bak sen hele şuna. Hem suçlu hem güçlü. Ulan hep aynısınız. Önce hiç utanmadan suç işlersiniz sonra da pişkin pişkin suçum ne diye sorarsınız.
- Öyleyse suçum nedir?
- Ölüm hakkında yazılar yazmışsın.
- Ee?
- Ne eesi lan it. Sen kimsin de ölüm hakkında konuşma hakkı buluyorsun kendinde. Hiç öldün mü ki ölümden bahsedecekmişsin hele?

Ahmet donakaldı. Hayatı boyunca böyle bir soruyla karşılaşmamıştı. Ölümü nereden biliyordu hakkaten? Öldürdüğü adamlar ona ölümü yaşatmış mıydı? Ölüm neydi mesela? İnsan neden ölürdü? Nasıllara cevap almak kolaydı. Nasılları öyle veya böyle öğrenebilirdiniz. Araştırmalar, ölçümler, incelemeler… Bir şekilde doğru veya yanlış bir sonuca ulaşabilirdiniz nasıllar için. Ama neden sorusunun cevabı hiç basit değildi. Nedenler’in cevapları hep gri kalırdı. Neden ölür insan? Neden öldürür? İnsan neden var? Nedenler zordu. Nedenler karmaşık ve giriftti her zaman. Belki de insan çok da bulaşmamalıydı nedenlere. Aklımızın da bir kapasitesi vardı ne de olsa. Nedense nedendi. Ölüm muhakkaktı, onu biliyordu sadece. Ama ölümü gerçekten biliyor muydu? Hiç ölmemişti. Zaten ölse yazamazdı. O zaman insanlık tarihi boyunca ölüm üzerine yazılan yazıların hepsi sadece varsayımlardan ve yalanlardan ibaret demekti. Çoğu yazıda ölümün soğukluğundan, acılığından, karanlıklığından dem vururdu insanlar. Ölüm hep korkunç gelmişti insanlara. Ölmek. Peki ölüme karşı bu önyargı nedendi? Neden ölenin arkasından ağlanırdı mesela? Sırf bu varsayımlar mıydı bunun nedeni? Yoksa çok daha derinlerde mi aramalıydı bunun sebebini?

Girmemeliydi bu konuya. Neden diye sormamalıydı. Ne zaman neden diye sorsa cevap alamaz, içi içini yer dururdu. Ama engelleyemezdi aklını. Neden? Sahi ya neden ağlardı insanlar ölenlere? Kim biliyordu öldükten sonra ne olduğunu? Kimdi bu cüretkâr cehaletin sahibi? Tadına bakmadığı bir yemeğin ne kadar kötü olduğundan bahseden insana inanılabilir miydi? Ancak gülünüp geçilirdi. Ölüm neydi peki? Nasıl bir şeydi? Yani biyolojik fizyolojik falan değil, gerçekten nasıl bir şeydi? Neler hissederdi insan ölünce? Ya da mesela ilk kim konuşmuştu ölüm hakkında? Kimdi o salak? Ve neden böyle bir şey yapmıştı. Dahası neden kimse ona dönüp “sen nereden biliyorsun da konuşuyorsun ki?” diye sormadı. Ahmet olsa sorardı. Hatta makul bir cevap alana dek de adamın peşini bırakmazdı. Ama bir düşününce “bu dünyada tek meraklı ve inatçı insan ben değilimdir ne de olsa” diye geçirdi içinden. Elbet birileri o salağa sormuştur bu soruyu. E peki cevabı neydi? Yani nereden biliyordu da konuşuyordu bu salak. Ya da salak değil de bilge mi demeliydi. Neyse ne. Neyse ne. Sonuca varamıyor ve sonuca varamadığı gibi hınç terler içinde kalmış, hakime ne cevap versem diye düşünüyordu şimdi. Dili beyninden hızlı hareket etti:

- Evet, ben öldürdüm.

Deyiverdi bir anda. Hakim, Ahmet’in neyden bahsetiğini anlamamıştı ama heyecanını gizleyemez bir hızla sordu:

- Ne? Kimi öldürdün lan?
- Hayrullah Türkmen ve Baran Özkürt’ü ben öldürdüm.
- Delirdin mi oğlum ne saçmalıyorsun? Baran Özkürt’ü Hayrullah dediğin şerefsiz şehit etti. Hayrullah Türkmen şerefsizinin de  olay mahalinde intihar ettiğini biliyorum. Senin kafan yerinde mi?

Ahmet şok olmuştu. Baran Özkürt’ü öldürüşü bir gün bile aklından çıkmış değildi. İlk maktülüydü o. Nasıl unutsundu? Sinir krizi geçirmişti ve sorgu odasında bir kez kafasına üç kez de göğsüne ateş edip öldürmüştü onu. Hayrullah denen adam değildi Baran’ın katili. Hem Hayrullah Türkmen’i de o öldürmüştü. Arkadaşının katiliydi o da, unutması imkansızdı. Evet olay mahalindeydiler, daha doğrusu olay yerine iki adım ötedeydiler. Tuvaletin kapısını kırdığı gibi içeri dalmış ve o itin kafasını tuvaletin küçük camına vurup oracıkta ölüme terk etmişti. Hayrullah’ın ne kadar suçlu olduğundan emin de olsa içindeki vicdan azabı bir gün bile dinmedi. O iki adamı da o öldürmüştü. Ölüm hakkında kestiği ahkamların tek kaynağı da öldürdüğü bu adamlardan kazandığını düşündüğü tecrübeydi. Ölümü bildiğini sanıyordu. Ta ki, o güne dek. O gün, yani bugün, hakim onun tüm malûmatını yerle bir etmişti. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Ve ne demeliyim diye düşünürken, birden bire, konuşmaya devam etti:

- Hayır delirdiğim falan yok. Ben öldürdüm diyorum. O iki adamın ikisini de ben öldürdüm. Şu ellerle öldürdüm. Katilim ben. Evet, artık bana katil diyebilirsiniz. Bu yükü bu güne dek nasıl taşıdım bilmiyorum ama artık yeter. BEN BİR KATİLİM! Şimdi cezam neyse çekmek istiyorum.
- Lan… Fesubhanallah (mübaşirlere dönerek) oğlum alın şu deliyi şurdan da psikiyatri bölümüne götürün, incelesinler bakalım derdi neymiş. Sıradaki zanlıyı da çıkarken gönderin gelsin.
- Hayır! Suçluyum ben! Ve suçumun cezasını çekmek istiyorum! Hem yalan söyledim hem de adam öldürdüm! Yalan söyledim evet! Kitaplarımda bahsettiğim “Ölüm” hakkında tek kelime dahi bilgim yok! Hepsi yalan! Hem büyük bir yalancı hem de şerefsiz bir katilim ben! Adi bir suçluyum! Cezam neyse çekmek istiyorum! ADALET YERİNİ BULSUN İSTİYORUM!

Bağırtıları kordorlarda yankılanırken bir anda artık mahkeme salonunda olmadıklarını fark etti. Sağda solda üniformalı onlarca, yüzlerce asker oradan oraya koşuşturuyordu. Bu, bir askeri mahkemede görülmesi gayet olağan bir manzaraydı. Ama Ahmet’in aklı başında o anda değildi. Bağrışmaya devam etti:

- Kim bu askerler? Burası adliye değil mi? Ne işleri var burada? Neden hiçbirinin silahı yok? Ülke işgal altında mı yoksa? Türkler devleti ele mi geçirdiler yoksa, cevap versenize adi herifler! Satılmış köpekler sizi! Neye karşılık sattınız ülkenizi söylesenize? Kaç para verdiler size he? Nası kandırdılar sizi? Allah hepinizin belasını versin! Bu ülkenin evlatlarının vebalini boynunuzda taşıyorsunuz şu an haberiniz ola! Benim gibi bir katil bile sizden daha ahlaklı işte! Utanın! Üniformalarınızdan utanın!

Birden bir askerin belinde bir silah olduğunu fark etti ve çabuk bir hareketle mübaşirlerin elinden kurtulup silahı askerinden belinden çekip aldı:

- Yaklaşmayın bana! Yaklaşmayın şerefsiz herifler! Ben bütün ömrüm boyunca ülkemin, milletimin onuru için yaşadım, anlıyor musunuz? Anlıyor musunuz he orospu çocukları? Ne anlayacaksınız! Anlasaydınız satar mıydınız bu cennet vatanı! Alın başınıza çalın şimdi bu ülkeyi satıp da kazandığınız malınızı mülkünüzü! Ama bundan gayri şu çıkmasın aklınızdan: bir Ahmet ölür bin Ahmet doğar!

Dedi ve namlusunu kafasına dayadığı silahın tetiğini çekti. Beyninden parçalar sağa sola dağıldı. Boylu boyunca yere yığıldı. bordoya yakın bir kırmızılıktaki kanlar, taş zeminde anlamsız şekiller çizerek yayılıyordu. Ahmet. Ölümü çok merak ediyordu. Ve işte, ölmüştü. Hayırlı olsundu.


safaret
safaret.blog.com


21 Aralık 2012 Cuma

Vapur Kalkıyor!

      Biz gerçekten çok acayip bir milletiz kardolar. Başka hangi millet güzel bulduğu, beğendiği bir şeyi, güzel sözler yerine kaba, argo sözcüklerle ifade eder? Hakkında yıllarca tartışılabilecek, çok enteresan bir konu bu.
Şahitlik ettiğim bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum;

-Yer: Kadıköy Beşiktaş İskelesi
-Saat: 08.14
-Kahramanlar: Ankaralı olabileceklerini düşündüğüm iki genç şahıs, bir köpek.
-Olay:
       Metrodan iner inmez sigara yakmıştım. Metro istasyonu ile iskele arasında 50 metre kadar bir mesafe vardı. Vapurun kalkmasına çok az bir zaman kalmıştı, ama ben sigaramı içmeye niyetliydim.
       İskeleye doğru yavaş adımlarla yürümeye başladım. İnsanlar koşarak yanımdan geçtiler, vapura yetişmeye çalışıyorlardı. Ben, en son ilkokul 5. sınıfta koşmuş biri olarak bu olaya sıcak bakmıyordum, sigaramı çekeleye çekeleye yürümeye devam ettim. 6.30'da uyanmıştım ve hala uyuyor sayılırdım. Yürürken ayaklarımı hissetmiyordum, bacaklarım benden habersiz hareket ediyorlardı. O an bilinçli olarak yaptığım tek şey, sağ elimde tuttuğum "Camel" marka sigaramı -Camel ne güzel sigaradır arkadaş- içime çekmekti.
        Kaplumbağa hızımla iskeleye varmıştım. O 50 metre bana 5 kilometre gibi gelmişti, yorulmuştum. Nefes almakta güçlük çekiyordum. İnsanlar benim bu kötü durumumu fark etmiyor, bana sağlı sollu çarparak vapura koşuyorlardı. Sigaramı sıkı sıkı iki parmağımın arasında tutuyordum. Sigaram normal insanlara göre çoktan bitmişti ve yine onlara göre ben "sigaranın süngeri" denilen yeri içiyordum. Ben, dünyayı aldırmadan "sünger" içerken arkamdan bir teyzenin "Ay sen yeni mi uyandın tatlı şey?" dediğini duydum. Bana dediğinden adım gibi emin olarak arkama döndüm. "Teşekkür ederim teyzecim, o sizin tatlılığınız hihih" diyecekken gördüğüm manzara karşısında hayal kırıklığına uğramıştım. Teyze, sol elini, pireli olduğundan adım gibi emin olduğum(yine) bir sokak köpeğinin başına koymuştu. Köpek tatlıydı, ben değil. Köpek pireliydi, ben değil. Okşanan, sevilen köpekti, ben değil. Üzülen bendim, köpek değil. Süngerimden çekebildiğim kadar büyük bir nefes çektim. Teyzeye ve köpeğe küfür ettim ve mutluluklar dileyerek, sigaramı(süngerimi) iskelenin girişinde bulunan, kül tablası işlevi gören şeyde söndürdüm, akabinde hayatıma farklı şekilde yön vermemi sağlayan o olaya tanıklık ettim.
         Saat 08.14 olmuştu. Saatim yoktu, bu yüzden iskelede asılı duran saatten bakmıştım saatin kaç olduğuna. 08.14! Vapur kalkmak üzereydi! Aman Yarabbi! Turnikelere doğru yöneldim, 5. sınıftan bu yana ilk kez koşuyordum! Kartımı çıkartıp, turnikeye doğru yönelttim. Tam bu sırada hemen sağımdaki turnikeden geçmeye çalışan o iki gencin konuşmalarına tanıklık ettim.
*Yazacağım argo sözcükler için şimdiden özür dilerim lakin olayın boyutunu anlamanız için ne duyduysam onu yazacağım.*
-Oha la?! Ne tatlı köpek o! Vapur kalkmayaydı mıncıklardık moruk.
-Hala ölmedi mi la bu it? He valla, amuha koduğum çok tatlı. Dönüşte eğer hala burada olursa amuha koruz kanki, rahat ol.
       
           Vapura binmiş, üst kattaki kapalı alanda oturuyordum. Midem bulanmaya başlamıştı, düşünüyordum. O genç, neden köpeğe sevgisini "ölmedi mi la bu it, amuha koduğum çok tatlı, amuha koruz kanki" gibi pis, iğrenç sözcüklerle ifade etmişti? Neden bir insan böyle bir yola başvururdu? O genç sapık mıydı? Ben mi anlayamıyordum? O teyze neden köpeği tatlı bulmuştu da beni bir boka benzetememişti? 21 Aralık günü kıyamet kopacak mıydı? İlk dönem kaç dersten kalacaktım? Akşam yemeğim için hala köfte var mıydı dolapta? Sorular beynimi kemiriyordu ve ben hiçbirine cevap veremiyordum. Dayanamıyordum, yerimden kalktım. Vapurun kıç tarafına doğru ilerledim. Etrafıma bakındım, sonunda çok açık bir şekilde onu gördüm,  telefonla konuşuyordu. Ağır adımlarla ona doğru ilerledim. Tam karşısında dikildim. Koltukta iki kişilik yer kaplıyordu çünkü hayvan gibi yayılmıştı. Gözlerimi gözlerine diktim, tip tip bakıyordum. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Yaptığıma hiçbir anlam veremediği her halinden belliydi, telefonunu kapattı. "Noldu evladım?" dedi. Avazım çıktığı kadar bağırdım: "Ben de seni tatlı bulmuyorum! Sarkmış her yerin lan! Şişkosun, yaşlısın, tatlı da değilsin! Pislik karı! İnşallah o köpek götünü kopartır!". Vapurda görevli olan iri yarı, pala bıyıklı, her daim güneş gözlüğü takan amca kafama tekme atınca bayıldım...

14 Aralık 2012 Cuma

…ve Güneş Batıdan Doğdu - 1

-Bahsi Geçen Olayların ve Kişilerin Tamamı (?) Hayal Ürünüdür.-

1. Karakol

- Evet, Hayrullah… İsmin çok uzun sana kısaca Hayri diyeyim ben.
- Tabi olur.
- Hahaha olurmuş, izin istediğimi mi sandın lan yoksa. Komik çocuksun Hayri… Kendinden bahset biraz bakalım? Necisin, ne yer ne içersin, derdin nedir?
- Benim anlatacak bi şeyim yok, beni buraya siz çağırdınız.
- Eylemde bağrınırken anlatacak çok şeyin varmış gibi duruyordun ama. Yanlış mıyım?
- Yanlışsınız.
- NE!?
- Yanlışsınız diyorum. Çünkü siz bana ana dilimde konuşma hakkı vermediğiniz için oradaydım ben. Hakkımı aramak uğruna bağırıyordum. İsyanım sizin gibilere bir şeyler anlatma derdi değil. Anlamayacağınızı biliyorum artık. Konuşma hakkımı istiyorum sadece. Bu doğal hakkımı talep etmem bile saçma ama, öyle işte. Gayet basit.
- Çok bilmiş bir havan var Hayri. Ukalaları hiç sevmem. Okuyor musun bakalım?
- Evet okuyorum.
- Nerede okuyorsun? O çöplükten bozma örgüt evlerinde mi?
- Dicle ünüverstesinde
- Hahaha daha okuduğun yerin adını söyleyemezken nasıl aldılar seni oraya anlat bakalım.
- Bu sizi ilgilendirmez.
- Bu beni sapına kadar ilgilendirir köpek!
- Bana köpek deme hakkınız yok.
- NE!? NE DEDİN AZ EVVEL SEN!.. Neyse. Neyse, tamam. Biraz ciddileşelim artık istersen Hayri, he? Söyle bakalım soyadının anlamı ne?
- Türkmen, müslüman türk demek. Biz İslamla tanışan bir türk soyundan geliyoruz.
- Türk soyu mu? Hahaha, türkün soyu mu olurmuş? Türkün soyu olsa bile anca köpeklere dayanır.
- Haddinizi aşıyorsunuz!
- Asıl sen ve senin gibiler eylem yaparak haddinizi çoktan aştınız. Şimdi kes sesini.
- Ben suçumun ne olduğunu merak ediyorum.
- Suçunuz gayet açık. Sen ve senin gibi nice itler anayasaya karşı gelip ülkeyi bölmek istiyorsunuz. Örgütlenip kıyâma kalkıyorsunuz. Sahipsiz mi sandınız lan bu memleketi? Size mi bırakacaktık, sahipsiz mi kalacaktı buralar ha itin dölleri?!
- Haddinizi aşmakta ısrar ediyorsunuz. Sonu kötü olabilir.
- KES KÖPEK!.. Şimdi, söyle bakalım Kemoyu seviyor musun?
- Efendim?
- Ne efendimi lan it! Sizi örgütleyen itin dölü Kemali seviyo musun sevmiyo musun kıvırma da söyle!
- İsimler ve kişiler halkların özgürlükleri yolunda yalnızca önemsiz birer ayrıntıdan ibarettir.
- Felsefe yapmayı çok seviyosun demek. Felsefe mi okuyosun lan yoksa sen?
- Bu sizi ilgilendirmez.
- SENİN YEDİĞİN TÜM BOKLAR BENİ İLGİLENDİRİR ANLIYOR MUSUN PİÇ KURUSU?!
- BU SEFER HADDİNİZİ ZİYADESİYLE AŞTINIZ. BENİM EN AZİZ GÖREVİM MİLLETİM UĞRUNA SAVAŞMAK VE ONUN UĞRUNA ÖLMEKTİR. VE BU SAVAŞTA ARTIK SİZ ÖLÜMÜ HAK ETTİNİZ!

Dedi ve beline gizlemiş olduğu soğuk silahın tetiğini çekip polis şefini alnının ortasından vurdu. Öldürdüğüne emin olmak için üç kez de göğsüne ateş etti. Silahın sesi kesinlikle yan odalara ve hatta dışarıya yayılmış olmasına rağmen Hayrullah, o anda, bunu aklına getirebilecek şuura sahip değildi. Telaşlandı. Kilitlendi. Daha önce hiç adam vurmamıştı ve öldürmenin, ölümün ne demek olduğuna dair bildiği tek şey daha çok küçük yaşlarından hatırladığı bir anı olan, köy muhtarının cenaze merasiminden ibaretti. “Haysiyetsiz kürt askerleri onu vurmuşlar”dı ve yaşının küçük olmasından dolayı ancak hayal meyal hatırlayabiliyordu bu olayı. Şimdi ne yapması gerektiğini hiç bilmiyordu çünkü daha önce birini öldürebileceği hiç aklına gelmemişti. Silahı taşımasının tek nedeni temkinli olmak istemesiydi. Sonra bir an şüpheye düştü. “Ya ölmediyse?” diye düşündü ve adamın nabzını kontrol etti. Tabi ki de ölmüştü, salak salak şeyler düşünmenin sırası mıydı şimdi? Hemen koridora çıktı ve birkaç adım uzaklıktaki tuvalete doğru koştu. Tuvalete girer girmez kapıyı arkasından kilitledi ancak dışarıdaki koşuşturmaları hâlâ duyabiliyordu. Polis şefinin ölüsünü yerde yatar halde gören iş arkadaşları feryat figan içinde “ölmüş, ölmüş!” diye bağrışıyorlardı.

Korkusundan ne yapacağını bilmediği gibi düşünemiyordu bile. Sadece olduğu yerde durmuş derin derin nefes alıyordu. Olayı hala aklı almış değildi. Bir anlık telaş ve öfkeyle bir adam vurmuştu. Adam öldürmüştü. Artık o bir katildi. Peki neden? Irzına, ırkına küfredildiği içindi elbette. Hem de bir değil iki değil üç kere yapmıştı maktül bunu. Katil falan da değildi çünkü davası uğruna, bir savaşta düşmanını öldürmüştü sadece. Savaşta her şey mübahtı ne de olsa, değil miydi? Hem Hayrullah onu uyarmış, bunu yapmaması gerektiği ona söylemişti. “Haddinizi aşıyorsunuz!”. Tüm bu kendini kandırmaca çalışmalarına rağmen şimdi, tabiri caizse, it gibi titriyordu.

Neden sonra, tuvaletin küçük pencerisini fark etti. Ancak buradan geçebilmesi için bir kedi kadar küçük olması lazımdı. O anki heyecan ve telaşının da etkisiyle pencerenin ne kadar küçük olduğunu fark etmedi, belki de umursamadı ve pencereyi açılması için zorlamaya başladı. Kafası düşünceler ve şüphelerle dolu haldeyken bir yandan nasıl buradan kaçabileceğini düşünüyor bir yandan da sadece şu anki durumundan kurtulmak için Tanrıya yalvarıyordu. Ve işin asıl enteresan tarafı ise, şimdiye dek herhangi bir Tanrının var olup olmadığını hiç düşünmemiş ve sadece reddetmiş olmasıydı. Şimdi ise bir Tanrıya muhtaçtı. Çünkü ona yardım edebilecek tek şey ancak o Tanrı olabilirdi. İster Allah desindi, ister Tengri, ister Budha, ister Marco Polo. Hissediyordu. Tanrının onunla olduğunu ve ona yardım edeciğini en derinlerinde hissediyordu. İşte, buradan kurtulacak ve kutsal davasına artık Tanrının gücüyle daha da kuvvetli bir şekilde devam edecekti. Bundan emin gibiydi. Hâlâ şüphelerle dolu kafasını dindirmeye uğraşıyordu. Derken kapının hemen ardından gelen sesler kulağına ilişti:

- Aç lan şu kapıyı şerefsizin evladı! Katil herif!

Bu sesler onu daha da telaşlandırmaya başladı. Ve bu telaşla tuvaletin penceresinin ancak hava alabilecek kadar açılan küçük penceresinin camına yumruğunu indirdi. Eli kan revan içindeydi. Ama o umursamadı. Cam neredeyse tuzla buz olmuştu ama pencerenin kenarlarında hâlâ kırık cam parçaları duruyordu.

- Korkak şerefsiz açsana lan kapıyı! Aç da sana dünya kaç bucakmış gösterelim!

Artık iyice ne yaptığından bihaber olarak o küçücük ve kenarlarında kırık cam parçaları bulunan pencereden dışarı çıkmaya yeltendi. Bir an tereddüt edecek gibi olduysa da hemen cesaret kaftanını giyindi ve Tanrının yardımını alacağından emin bir şekilde tüm vücuduyla pencereye yöneldi. Pencereden kafası ancak geçebildi. Fakat o kendini zorluyor, zorladıkça boynu daha da fazla acıyor ve o fark edemese de hızla kan kaybediyordu. Ancak bunu yapması lazımdı. İnsanlığın ona ihtiyacı vardı.  Dahası yaşamak istiyordu. Hayattan kâm almak istiyordu. Daha çok gençti. Uğruna savaştığı idealler namına ölmek mi? Amenna! Bu çok erdemli olurdu. Lakin şimdi olmamalıydı bu. Hayır, şu anda olmamalıydı. Bu iğrenç tuvalet olmamalıydı son perdenin sahnelendiği salon. Kendini zorladı, zorladı, zorladı… Artık boynundan akan kanlar tüm vücudunu sarmıştı ve kafasını o küçücük pencereden çıkarmaya dâhi mecali kalmamıştı. İşte, ölümün yolunu gösteren tabela görünmüştü ve geri dönüş yolları tamamen kapalıydı. Kendi idam fermanını, o polis şefini vurarak kendisi imzalamıştı, şimdi şimdi fark ediyordu bunu, ancak mâlesef artık çok geçti. Kendini öylece bıraktı. Pencereden salınan vücuduyla son nefesini vererek bu cehennemden bir kesit babındaki dünyaya gözlerini yumdu. Şimdi onu, ötelerde bir yerlerde, bu kesitin bir “asıl bütün”ü bekliyor olacaktı.

safaret
safaret.blog.com

29 Kasım 2012 Perşembe

Reiseführer für Jugendliche Maenner


Leben In Berlin -1-
Konumuz Almanya olunca başlığımızı da afili olsun diye Almanca atmış bulunduk sayın blogseverler. Ama lisede hocanın anlattıklarına hafif bir kulak kabarttıysanız ya da Google Translate gibi popüler ama azıcık yanıltıcı bir seçeneği kullanırsanız başlığı ‘Berlin’de Yaşam’ olarak çevirmek mümkün. Konumuzu fazla dağıtmadan Berlin’e geri dönelim. İlk olarak şehre ayak bastığınız andan itibaren kendi ülkemizle Avrupa’yı kıyaslamaktan vazgeçmek lazım. (Havaalanında 5 taksiciden 4’ünün Türk olduğu istatistikleri bunu zorlaştırıyor tabii ki.)  Zira acı gerçeği belirtmekte fayda var. Maalesef değerli gençler, biz yarım asır geriden geliyoruz. Bu nedenden dolayı kıyaslamayı bırakıp şehrin güzelliklerine ve yapısına odaklanmakta şüphesiz hepimiz için fayda var. Bu arada ‘Abi inanır mısın, orda tüm taksiler Mercedes yaaaa.’ diyerek de bir klişeye imza atmayacağım. Çünkü bu geyik yıllardır bizi tüketmiş durumda. Ama yine de açıklık getirmesi açısından

Havaalanına indiğinizin akabinde dikkatinizi çeken ilk şey düzen olur. Şehir aynı düşlenen bazı ütopyalar gibi şaşmayan bir düzene sahip. Daha çok distopya da denebilir. Hatta Alman sineması kuruluşundan itibaren bu düzeni artı ve eksileriyle eleştirmiştir. 1927 Fritz Lang yapımı Metropolis filmi de bu düzeni komünist felsefede inceleyen Berlin’in ve Almanya’nın kült film örneklerinden sadece biridir. Dikkat çekici noktalardan biri de Almanlar bu düzeni koruma ve kollama işini severek ve isteyerek yapıyor. Her şey hiç durmayan bir saat gibi işliyor. Buna ekonomileri de dâhil. Bugünkü Avrupa Birliği’nin ekonomik krizinin etkilerini yine Atlas misali Hanslar ve Helgalar omuzlamış durumda anlayacağınız. İkinci olarak dikkat edeceğiniz şey ise ulaşımdaki bisiklet kolaylığı. Bisiklet için ayrı yollar ve de trafik ışıkları bunu doğrular nitelikte.

Bebek gezdirmek ya da grup ile kullanılmak için özel donanımlı bisikletleri de görmek mümkün. 

Hatta 6-8 arasında kişinin kullandığı bisiklet-bar tarzı modelleri de Oktoberfest haftasında ya da havanın güzel olduğu zamanlarda –ki bu oldukça zor bulunan bir zaman dilimi- görmek de mümkün, değerli okurlar. 

Eğer olur da kaybolursanız –ki tren aracılığıyla gelmişseniz muhtemelen olursunuz- endişelenmenize gerek yok. Genç jenerasyonun çoğu az-çok İngilizce bilmekte… Bilmeyene rastlarsanız da Türkçe konuşma olasılığı %90’lara vurabilir. Fakat yaşlı populasyonun fazla olduğu yerlerde adres sormak; bazen azarlanma, terslenme ya da küçümsenme reaksiyonları gösterebilir. Çünkü; aramızda kalsın, Berlin Duvarı’nın şehri ikiye ayırmasına tanık olan, komünist rejimin acıları içinde yoğrulan ve buna rağmen sanayileşme devrimini bir üst seviyeye taşıyan bu jenerasyon arada çok çok aksi ve çirkef olabiliyor. Hatta duyduk ki yüzünüze gülüp yanlış adres tarif edenleri bile varmış. Bu hareketin rövanşını İstanbul’da Sultanahmet’in yerini soran Alman turistleri Esenler’e hatta Beylikdüzü tarafına göndererek de alabilirsiniz. Ama en güzel çözüm, Iphone ya da Android işletim sistemli telefonlar için Deutsche Bahn ya da Bvg uygulamalarını indirmek olabilir. Diğer bir tercih ise 1969’da yapılan 368 metre yüksekliği bulunan Fernsehturm(Televizyon Kulesi) olabilir. Bu Berlin’in simgelerinden olan devasa kule şehrin her tarafından görülebildiğinden ona göre yön tayin edilebilir. Hemen altında ise diğer bir önemli meydan Alexanderplatz bulunur. Şu an bu kulenin tepesine çıkıp şehri panorama izlemek mümkün.

 Ayrıca merak edenler için evet duyduklarınız doğru; metro (Bahn) sisteminde turnike ile bilet sistemi yok. Metro sistemi –ki hemen hemen şehirdeki her yerleşim birimini kapsar- ile seyahat ederseniz kimse size binerken bilet sormaz. Fakat bunun Almanlar tarafından suistimal edildiği görülmemiştir. Şehir sakinleri değil kendileri için köpekleri hatta bisikletleri için bilet alanlar var. Lakin şehre yılda 6 milyondan fazla gelen –Berlin nüfusunun 3.4 milyon olduğunu varsayarsak yaklaşık nüfusun iki katına denk geliyor- turist kafilesi ve şehrin göçmen kitlesi bu sistemi suistimal etmek istediğinden metrolarda sivil kontrol görevlileri kol geziyor. Arkadaşlarınızla metroda sohbet ederken karşınızda size gülümseyen sevimli bir nine size bilet sorabilir ya da piercingler sebebiyle yüzü zor seçilen, siyahlar içindeki bir punk kitap okuyan bir gencin omzuna dokunup birden bilet isteyebilir. Ama genellikle bir durakta, biri vagonun sağ tarafından biri sol tarafından olmak üzere, iki görevli kontrole başlar. Çoğu zaman da bu iş saatlerine denk gelir. Eğer biletiniz olmadan bindiğiniz tespit edilirse 40 Euro cezası var. Bizim hala düşlediğimiz bu ulaşım sistemini, bizim darbe yaptığımız yıllar(1960lar)da oturtan Almanlar şehri yaşanması en kolay şehirlerden biri haline getirmişler. Ayrıca Almanya’da “Alman eğitim sistemine bağlı” bir üniversite öğrencisi iseniz bizdeki paso sistemi gibi Bvg kartı çıkarttırıp makul bir fiyata metroya 6 aylık bilet alabilirsiniz.   
Berlin mutfağına gelecek olursak; öyle bir şey yok. Sadece –onlarca çeşidi olan- Alman birası ve hot-dog var. Almanya’ya ilk defa 60larda gelen ve bu boşluğu çok iyi yakalayan vatandaşlarımız döner, kebap, lahmacun(Turkish Pizza), köfte ve bilumum Türk yemekleri ile senelik potansiyeli milyarlar olan bir sektör oluşturmayı başarmışlar. Berlin’in kimi zaman köşe başında büfe, kimi zaman restaurant olarak hemen hemen her yerinde dönerci bulmak mümkün. Ayrıca Meksika, Çin ve Fransız mutfakları da mevcut. Lakin dominant olan millet Türkler olmuş. Türkiye’deki dönerlerden farklı olarak sos kavramı da burayla özdeşleşmiş durumda. Marketlerde de kendinizi ülkenize yabancı hissetmeyebilirsiz. “+Ayfer komme burada domates çok uygunmuş. –Nein Canan Abla, diğer yerde daha az.” gibi yarım Türkçe yarım Almanca diyaloglara da şahit olmak mümkün. Bu arada Berlin Avrupa’nın en ucuz şehirlerinden biri. (Elbette kendi kategorisiyle kıyaslıyorum gençler. Amsterdam, Paris, Roma gibi şehirlerle... Slovenya, Romanya gibi ülkelerin şehirleriyle değil.) Tabii ki alışverişte kendi ülkenizin para birimini unutacaksınız. Yoksa içinizden “Bu kahveyi 12 liraya mı içtim şimdi?” gibi serzenişlerde bulunabilirsiniz. 
Şehrin liberal anlayışına gelirsek, biraz da multicultural yapıdan olsa gerek insanlara saygı konusunda Berlin Nirvanaya doğru emin adımlarla ilerliyor. Sokaklarda; 60’larının sonlarında, saçını üçe vurdurmuş ve pembeye boyatmış teyzeler de görebiliyorsun, sakallı Arap adamlar da… Saçını başını dağıtmış mutlu mesut müzik dinleyen kızlar da var, takım elbisesiyle dosyalarını düzenleyen bir iş adamı da… Türbanlı bir teyzemizi çocukları okula götürürken de görüyorsunuz, metroda yavaş bir şekilde mızıkasına üfleyen zenciyi de…


 Kimse kimseyi yadırgamıyor, kimse kimseyi yargılamıyor. Başkalarının özgürlük sınırının içine girmediğiniz müddetçe, kimse sizi umursamıyor. Rahatlığı sokaklardan hissedebiliyorsunuz. Uyuşturucu kullanımı ve temini hemen hemen serbest… Avrupa’nın Amsterdam’dan sonra 2. en büyük gay populasyonuna sahip…  Punk akımını hala yürürlükte kaldığı nadir şehirlerden biri… Tüm bunlara rağmen toplumsal çatışmalara yer verilmiyor. Ya da olursa da bu çatışmalar şiddet seviyesine geçmiyor. Kısacası önyargıların olmadığı, dil, din ve ırk ayrımlarının yapılmadığı tam anlamıyla özgür bir şehir Berlin…
-Dipnot: Özgürlük demişken yine bir klişe olan ‘Almanya’da osurmak normalmiş abi, geğirenleri ayıplıyorlarmış.’diye bir geyiği kim çıkarmış, nerden çıkarmışsa bi gelsin konuşalım. Bu şahsı incelemesi için İsviçreli sosyologları göreve çağırıyorum. - 

 


28 Kasım 2012 Çarşamba

İzmarit

Words of wisdom değil lakin ;
Şimdi,

Bir çoğu okulda,bir çoğu da işinde.

Önceliği evine ekmek getirmek olan,yine de sokağın sertliğinden nasibini almış,semt aralarındaki ufak parklarda vakit öldüren adamların semtinde yaşamak,gördüğün en kötü rüyadan daha karanlık.90'ların çocukları komşunun ettiği kavgayı duyacak kadar ince duvarlı evlerde oturdu.Düşüncelerinizden veyahut dış görünüşünüzden yaftalanıp,çocukluğunuzu insanların size karşı çektiği ince çizginin üzerinde geçirmek ; ister istemez size hayata karşı tutarlı ancak sert olmayı öğretiyor.

Bir sigara herşeyi unutturuyor


Genç adamların dünyası ; küçük çocukların özendiğinden veya iş-güç sahibi orta yaşlıların azımsadığından daha derin.

Bir sigara herşeyi unutturuyor


Bizim ilk tanıdığımız sosyologlar ; Park banklarında çekirdek çitlerken ; hayatı bize anlatmaya çalışan abilerimiz veya yaşıtlarımızdı.Konuşmaları gerekmiyordu.Eğer birşey onlara uymuyorsa bakışlarından anlıyorduk.Eğleniyorduk,sıkılıyorduk,kavga ediyorduk ama hiçbirimiz eve dönmek istemiyorduk.Herkes çocuk olmanın verdiği sorumluluğun bilincindeydi.Bir çoğumuzun anne-babası ayrıydı.Kimse de bundan şikayetçi değildi.Durumun ciddiyetini ön göremiyorduk.Bizim için boşanmış aile ; haftaiçi ve haftasonu ayrı harçlık alma durumuydu.'' Bir çok kişinin ailesi boşanıyor,bi' sen değilsin ki ameaaa'' diyen 17'lik ergen kızlar ve babası SSK primlerini dışardan yatıran 18'lik delikanlılar bilmiyor ki ; Ailesi boşanmış bir çocuk,freni boşalmış bir araba gibidir moruk ; eninde sonunda bir yere çarpar. Ailenizin sizden beklentileri sanıldığı gibi 30 yaşından sonra değil ; 12 yaşından sonra başlıyor.İlkokulda sağlam bir altyapı ve öğrenilmesi zorunlu dil kuralları,Ortaokulda matematiğin ve tarihin başları,Lisede ise ilk sigaranın ve tarihin detayları.100 m2'lik evde bulamadığınız huzuru,2 m2'lik okul tuvaletlerinde bulduğunuz günler hani..

Bir sigara herşeyi unutturuyor

Ondan sonra bir' de üniversite işi giriyor tabi araya.Birçok insana şaşıyorum birader ben.Hem okuyup,hem çalışıyorlar.Hem de ortaokuldan beri.Bak çetelesini tut onların ; adam olacak olanlar onlar işte.2030'ların zenginleri,sert adamları ve bankacılıktan öte bir işte çalışmayı başarabilmiş bayanları.Hani işe gitmek için bineceği 90 kapasiteli ancak 20000 kişi aldan şehir içi otobüsünü durakta beklerken suratında kendi parasını kazanmanın,bir işte tutunmanın gururu ve hayatın onu yorduğu yüzünden ve sigara içişinden belli olan adamlar var ya ; onlar hani.

Bir sigara herşeyi unutturuyor


Son 2 senedir kendi halimi sorgularken,elde ettiğim sonuçlar benliğimi geri dönüşüm kutusu'na göndermeye yetti.Sağ tıkla ve sil hatta.21 yaşına kadar 3 işte çalıştım.Hepsi kısa dönem.Parasal sorunlar seni çalışmaya itiyor ne yazık ki.30 yaşıma geldiğimde ( ki istemiyorum ) ailesinin eline bakan bir adam olmaktan korkuyorum ben.Eğitim süresini uzatıp bir de tüm masrafları ailenize yıkmak,bütün hobilerinizin totalini ailenizden istemek,günlük ihtiyacınız olan parayı ailenizden almak siz de öyle bir sıkıntı yaratıyor ki ; sabahın s*kinde kalkıp yazı yazıyorsunuz.O derece birşey.Hayatınızı değiştirmek için yeniden bir başlangıç yapmak için veya artık hayat değiştiremeyeceğiniz b*ktan bir akışa girdiyse ; sona doğru biraz daha yaklaşmak için ; sevdiğiniz kızın kollarından ayrılıp,bir sigara yakıp,gecenin sonu mu yoksa sabahın başı mı diye düşündüğünüz karanlık bir saatte dışarı çıkmanız gerekiyor.Bankanın,Caminin,Pastahanenin,Hastahanenin,Postahanenin,Mezarlığın yolu da bir sokaktır moruk.Çıkın ve sokakları dinleyin.Yürürken hayatınızı ve en önemlisi sevdiklerinizi düşünün ;
Bir sigara herşeyi unutturuyor
Kulağımda Malcolm X'in,Martin Luther King'in,Tupac'ın,Biggie'nin sesi çınlarken ;

Moda Caddesi üzerinde,

Beşiktaş'ta okuyan,okul harçlığını çıkarmak için vapura kaçak binip iki yakada da mendil satan Ortaokul öğrencisi Ahmet

Nijerya'ya zengin dönmek için bir çok ülkeye gidip ; en son Yunanistan'dan Türkiye'ye gelerek saat satmaya Kadıköy'de devam eden ; Beyazıt'ta afrikadan gelen 15 arkadaşıyla bir arada kalan seyyar satıcı Ahmad

Moda'da oturan,yaşamaktan bunalmış,vasıfsız,dünyadan çıkış yolunu arayan başarısız TC vatandaşı ben ;
bütün dünyaya inat,homurdanan elitlerin bakışları arasında bir dal sigarayı dönüyoruz.İnanın moruk ;
Bir sigara herşeyi unutturuyor



Muhabbeti güzel ve mahcup adamlar erken öldüler. Yükleri ağırmış, ondan.

23 Kasım 2012 Cuma

Sirkeli Derviş


                Ben daha Mutezile ilan edilmeden, henüz sakallarım evrimini tamamlayıp kiremit kırmızısı rengini almadan, hatta Rusya’nın aslında o kadar da geniş bir ülke olmadığını anlamamdan çok çok önce, seksenler edasıyla tasarlanmış beyaz fayanslı bir holde dikiliyordum. 
                O yıllar genelde inanılmaz sıkıcı zamanlar olduğu için karşılaştığım her şeyde bir eğlence, sıkıntımı giderecek bir öge arama çabası içindeydim. Can sıkıntısı haliyle acıktırır insanı, o yıllarda yurtta kalan her erkek gibi aklımda tek bir düşünce vardı. Hayır hayır, diğeri : “Kileri patlatmak..”
                Işte bahsettiğim seksenler edasıyla döşenmiş fayanslı hol, nihai amacımda büyük önem teşkil ediyordu.Coğrafi konum itibariyle bu alanı ele geçirmiş olmak, mutfağı, kileri, hazırlık odasını ve yemekhaneyi en hakim bölgeden gözetleme fırsatı sunuyordu.
                Girer girmez kameraları tespit etmiş, tüm çıkışları saymış, korumaları saptamıştım. Gerçi koruma olarak sayabileceğimiz tek kişi, sırtı kapıya dönük bir şekilde patlıcan soyan aşçı abi idi ancak, tehlike tehlikedir. Aşçı abinin yine patlıcan yapma planını anladığımda kendisinden bir kez daha tiksindim. Daha sonraları bu kinimin aslında aşçı abiye değil, patlıcanın kendisine olduğunu acı bir tecrübeyle anlayacaktım.
                Neyse, hain planımı başlatmak üzere  aşçıya görünmeden kiler kapısına ulaşmam ve elimi kapının koluna atmamla hüsranlara garkolmam bir oldu. Kapı, kilitliydi..
                Teneke teneke peynirler, göz nuru zeytinler, ince ince kesilmiş salamlar, balçık balçık çikolatalar, tarihi geçmek üzere olan helvalar, yumruklarımla buluşmak için buzlukta asılı bekleyen koyunlar komple sahipsiz kalmıştı.Ne yapacaktım şimdi?
                Çaresiz, B planımı uygulamaya geçirmeliydim. O ana dek bu planımı hazırlamamış olduğumdan, önce kendimi sessizce ayıpladım. Kendimden yeterince utandıktan ve tiksindikten sonra, bir makine düzeninde çalışan beynime danışarak anında bir B planı üretip uygulamaya koydum.
                6 adım içerisinde aşçıya görünmeden yemekhaneye ulaşabilirsem, ekmek dolabını tırtıklayabilir, hatta bir çılgınlık yapıp ekmeğe tuz basarak akıl almaz lezzetler yakalayabilirdim.Tom Cruise edasıyla hesaptaki altı adımı dörde düşürerek aşçıya da görünmeden hışımla yemekhaneye daldım.Gözlerden uzak, münzevi bir kaçamak hayaliyle daldığım yemekhanede, aslında tek olmadığımı anlamam birkaç saniyemi aldı. O, oradaydı..
                Sol tekinin önü kopmuş kahverengi terlikleriyle, paçaları dizine dek kıvrılmış gri kumaş pantolonuyla, yeşil tişörtü, lacivert fuları, çerçevesiz gözlüğü, üçe vurulmuş saçları, yılların birikimiyle uzatılmış bıyığı, kızarmış yanaklarıyla bir çok şeyden “birey” olmak uğruna vazgeçmiş bir modern zaman dervişi olarak duruyordu karşımda.O; ulvi insan, Yavızz.. Elmas kod adıyla ortalıkta tanınmadan kolayca geziyor, hoşuna gitmeyen toplumsal doktrinlere cesurca köstek oluyor, gerekirse paçalarını indirip olaya birebir müdahil oluyordu.
                Onun hakkında çok şey söylenirdi camiada.Kimis eski bir Sovyet subayı olduğundan, kimisi  Çeçen direnişine bizzat elleriyle katkıda bulunduğundan bahsederdi. Bazıları da eski bir fabricator olduğundan, çocuklarını ve eşini başka bir fabrikatöre kaptırıp kendini bu sade hayata mahkum ettiğini söylüyordu. Tabi biz bunların hepsinin onun yaymaya çabaladığı dedikodular olduğunu biliyor ama saygımızdan dolayı ses etmiyorduk. Zira muhabbeti pek bir çekilir idi.Hele çay içmeyedursun, bazı akşamlar tek başına 3 termos çayı bitirir de hala çay sorduğu olurdu.  Tabi o geceler çaycılardan çok temiz bir dayak yer, pırıl pırıl olurdu. 
                Neyse, konuyu dağıtmayalım.Bu ulvi insan çok afedersiniz hayvan gibi bir ziyafet çekiyordu ekmek dolabının oradaki mermerin üzerinde.Ekmeklikten bulduğu en fiyakalı ekmeği mermere koymuş, yanına bir tabak maydanoz almış, tuzunu, karabiberini, limonunu eksik etmemiş, üstüne bir şişe de üzüm sirkesi açmıştı. Ben onu gördüğüm sırada bir tutam maydanoza limon sıkıp ağzına doğru götürmüştü. Beni görünce istemsizce aksırdı, yüzüm gözüm maydanoz, limon oldu. Ben orada kendisinden kısa bir süre tiksindim, ama geçti. Olur böyle kazalar.
                “Oooo Salih’im, sen mi geldin?” diye uzata uzata cümleler kurmaya başladı. Bir yandan da dişinde kalan maydonozları temizliyordu diliyle.“Gel buyur, ziyafetime ortak ol” diyerek maydonozları gösterdi. Patlıcan kadar maydanozdan da tiksindiğimi biliyor olacak ki sevmediğim şeyleri ikram etmeye çalışıyordu. Böylece tüm nevale yine ona kalacak, çılgınlar gibi tüketebilecekti.Gerçi ziyafet dediği şey de hiçbir insan evladının oturacağı bir sofra değildi.Ne ekmeği ekmek, ne maydanozu yemiş, ne limonu sarıydı.Sirke mevzusuna hiç girmiyorum zaten. Hangi aklı başında insan Sirke içer arkadaş?
                Ben bunları söylerken bir bardak sirke doldurup fondipledi bu ulvi insan.Bir oh çekip elinin tersiyle sildi ağzını. “Yarasın reis.” Dedim. Başıyla onayladı. Böyle sirke içe içe bu hale gelmişti zaten bu adam. İki gün ard arda sirke içemesin elleri titremeye başlar, ondan bundan sirke parası ister, taşkınlık yapardı.Ama yalan olmasın, Ramazan aylarında sadece salatanın içindeki sirkeyle yetinir, 30 gün başka yerde ağzını sürmezdi.Ara sıra arkadaşları onu bu huyundan vazgeçirmeye çalıştılarsa da muvaffak olamamış, topluluk içinde toplu olarak aşağılanmaya maruz kalmışlardı.
                “Bak!” dedi sol elinin işaret parmağını yukarı doğru tutarak. Gösterdiği yere baktım, tavan normal gözüküyordu.Daha sonra bu ifadeyi metaforik olarak kullandığını anladım.Kendisine bakmaya başladım.Bir taraftan bana bir şeyler anlatıyor, bir taraftan da bardağına sirke doldurmaya çabalıyordu. “Şu dünyada adam akıllı bir şey varsa o da dengedir koçum. Dengesiz oldun mu boku yedin.” Bardağı doldurunca tekrar fondipleyip ağzına bir tutam daha maydanoz atarak konuşmaya devam etti.
                “Mesela dersin ki hocam yanlışın var, filozoflar öyle demiyor.Başlatma lan filozofuna!!” Anlamıştım ki Elmas iyice kıvama gelmişti. Ama saygımdan ötürü dinlemeye devam ettim. O, bu süre zarfında kah maydonoz yedi, kah ekmek tuzladı, kah sirke içti. Ama anlatmaktan da geri durmadı.Filozof denen şeyin aslında bir 20.Yüzyıl sosyolojisi uydurması olduğunu, felsefenin 1950’lerde icat edildiğini, zaten filozof denen adamların çoğu sözünün dikkatli dinlendiğinde tutarsızlıkların gırla geleceğini, zaten anlattıklarının pek de matah şeyler olmadığını, yani kısacası filozofların alaynının şerefsiz olduğunu anlattı.
                Ben bunları duydukça ister istemez gaza geldim tabi. Bi de Elmas bunları sirkeli kafayla söyleyip filozofluk yapmaya kalkınca bende ister istemez bir otokontrol mekanizması olarak ağzının ortasına bir tane geçirme isteği uyandırdı. Ama saygımdan dolayı sabit kaldım, neticede otokontrol denen mekanizma Elmas’ın bünyede işlese çok daha demokratik bir düzen olurdu.Tüm saygımla dinlemeye devam ettim.Sonra farkettim ki zaten konuşmasını bitireli uzun bir zaman olmuş, maydanoz tabağını ekmekle sıyırıyor. “Çok haklısın abi.” Dedim. Ekmeği çiğnerken kafasını kaşıyarak “Bir parça daha sosyoloji okuması yapmalısın Salih’cim.” Dedi. Tekrar saygı duydum. Bu kadar saygı duymak beni kendimden tiksindirse de, bu durum uzun sürmedi. 
                Elmas da yediği maydonozlardan ve içtiği yarım şişe sirkeden dolayı yerinde kıpraşıp durmaya başlamıştı. “Abi izninle gideyim ben.” Dedim. “Bir parça da Hegel konuşsaydık?” dedi. “Felsefe tarihine hiç girmeyelim istersen abi.” Diyerek servisi karşılamaya çalıştım.Ancak kendini bu konuyu konuşmaya hazırlamış olacak ki sirke şişesini alıp aşçı abinin yanına, mutfağa yöneldi.Geleceğin yöneticisi, büyük düşünce adamı gözümde daha da küçülmesin, şahsi tiksinmem dünyanın saadetine engel olmasın diye kendisini takip etmemeye karar verdim.“Yolun açık olsun büyük insan!” diye arkasından seslendim.Duymadı.
                İştahım kaçtığı için ellerim cepte, yemekhaneyi normal adımlarla terketmeye başladım. Gözüm bir an mutfaktaki ikiliye takıldı. Elmas,patlıcanları doğramaya geçen aşçı abinin omzuna yanlamasına combine vuruşlarla masaj yapıyor, bir yandan da Hegel’den bahsediyordu.  İkiliden yine kısa bir süreliğine tiksindim ve girdiğim holden çıkarak vestiyerin önünde vakit öldüren çocukların yanına ulaştım.
                Bir pet şişenin kapağını çıkarıp sırayla kaleye geçmek suretiyle kapağı duvara fırlatıp kafayla, ayakla, taklalarla gol atma çabasında bir spor olan “kapak” sporunu icra eden gençlerden uzun bir zamandır tiksiniyordum. Kapağı atma sırasına sahip olanı elinde kapakla yakalayıp terliğimle kafasına vurarak elindeki kapağı almaya çalıştım.Yanaşmadı.Ağzına tekme attım, Verdi.Elimde kapak, aklımda felsefe tarihi, kulağımda Elması’ın öğütleri, vestiyere daldım. Arkamdan tekrar kapak sesleri yükseldi. Hepsinden tekrar bi tiksindim..

Sabah

her inişin bir çıkışı
her gecenin bir sabahı,
var biliyorum.
beni korkutan, telaşe eden şey şu;
ya buralar sabah kısmıysa hayatın?
..
bi ürperti geldi





14 Kasım 2012 Çarşamba

Genç Adamlarla Röportajlar: A. Necip Keser


Merhaba değerli okurlar;

Genç adamsın ailesi olarak bu kez ünlü sinema eleştirmeni, sanat yönetmeni, yazar, şair,gurme, Türkiye windsurfing barış elçisi ve müteahhit A. Necip Keser’i ağırlıyoruz.
Kendisiyle sanattan spora, sinemadan inşaata, Hollywood’dan Afrika’nın ücra köşelerine uzanan geniş bir yelpazede sohbet ettik. Boğaziçi Üniversitesi Hisar Kampüsünde buluştuk, kahveler söylendi ve sohbet başladı. (Yazının ilerleyen bölümlerinde spoiler'lar olabilir, şimdiden uyaralım.) 

Merhabalar Necip Bey, nasıl gidiyor hayat?
Nasıl olsun efendim, uğraşıyoruz, koşturuyoruz.Teşekkür ederim.

Öncelikle şöyle soralım, A. Necip Keser kimdir, ne yapar?
Beni bilenler zaten bilir, ama tanımayan ufak bir azınlık varsa da açıklamak lazım tabi.Şu anda Boğaziçi Üniversitesi’nde İnşaat mühendisliği okuyan biridir A. Necip Keser. Ama onun ötesinde şöyle açıklamak gerekir, kesin olmamakla birlikte 500-600 filmin sanat yönetmenliğini yapmış ayrıca Türkiye windsurfing barış elçiliğini halen sürdürmekte olan, ve pek çok yeteneğini de saklı tutan bir insandır işte. Orta Amerika'daki  Keser soyundan gelmekteyim. Belli bir dönem Ari Keser ırkını ortaya çıkarmak için çeşitli çalışmalarda yer aldım. Brezilya, Amerika Birleşik Devletleri, Suudi Arabistan, İspanya, Gürcistan, Rusya, İtalya, Portekiz gibi ülkelerde deneysel çalışmalarda, projelerde yer aldım. Keser ırkı projemiz malesef rafa kaldırılmak zorunda kaldı, bu konu hakkında konuşmak istemiyorum ama.Böyle kısaltmaya çalışalım.

Barış elçiliğinin üstünde duralım biraz isterseniz.
İnsanlar bu durumu pek anlamıyorlar.Ama windsurfing dünya barışı için çok önemli bence. Kelime anlamı “uçan mutlu fil yavrusu”, bildiğiniz gibi windsurf’ün, Latin kültüründen dünya literatürüne geçmiş bir kelime, ancak biraz da Anglosakson yönü yok değil. Çünkü bildiğiniz gibi İngiltere, okyanusun ortasında bir ülke, e böyle olunca windsurf’e her zaman ilgi duymuş bir kültür ve  bunu hep barış için kullanmışlar. Bunun en büyük kanıtı şudur, hiçbir donanmanın windsurf birliği olduğunu görmezsiniz mesela. Ancak tüm barış güçlerinin elbet bir şekilde windsurf’le bir ilgisi vardır.

Sizden önce Nasuh Mahruki bu işle uğraşıyordu değil mi?
Yani, şimdi herkes yapacağı işi düzgün seçmeli. Yani..Ben en iyiyim demiyorum.Ama en iyiyim.Yani bunu tartışmanın gerçekten bir anlamı yok.  Bana yenildi ve gitti, bu kadar basit. Tartışmayı da gerçekten uzatmayalım.Bu doğanın bir kanunu.Kapitalizm de bunu gerektiriyor. Benim de başıma geldi.
Mesela Ali Ağaoğlu’nu ele alalım.Ali Ağaoğlu benim gerçekten merakla takip ettiğim bir müteahhit.Zaten aynı sektördeyiz, biliriz birbirimizi.Şu anda “Maslak 1453” isimli projesi var. Direkt bu şekilde ifade etmek istemezdim ama o benden çalıntı mesela.Ama konuyu uzatmak istemediğim için bir şey söylemek istemiyorum.

Projeyi biraz daha açar mısınız?
(İç çekerek) Yaklaşık 87 yıllık bir proje, ilk imzayı ben attım projeye.Başlangıçta proje ismi “İstinye 1071”di, ama bildiğiniz gibi 87 yıl önce İstinye bomboş bir araziydi.Ali benden öğrendi tabi bi şeyler, ama benim hiç aklımda yoktu onun böyle bir şey yapabileceği.Projeyi benden çaldığı dönemde İstinye tabi biraz dolu olduğu için projeyi Maslak’a kaydırdı, Osmanlı hayranlığından da 1453 ile değiştirdi adını.  Ayrıca sürekli sarfettiği “Bu değil, bu değil, bu hiç değil, beni anlamıyorsunuz!” lafları da benim laflarımdır. Onlar da benden.Sonuçta ben bir barış elçisiyim, ben insanları mutlu etmeye çalışan sevecen bir müteahhitim.Benim 87 yılımı verdiğim süreci 3 dakikalık reklamla yerle bir etti.

Hakkınızı helal ediyor musunuz?
Düşünmem lazım.

Biraz da sinema hakkında konuşalım.Son dönemde şikayetçi olduğunuz konular var. Belki de en popüleri olan, vizyondaki son James Bond filmi “Skyfall” hakkında oldukça tartışma çıktı sizin adınıza.Sinema sektöründe A. Necip Keser kimdir?
Sinema sektörüne girişim, inşaat sektörüne girişimle yaklaşık olarak aynı.Aşağı yukarı 85-90 sene evvel Los Angeles’ta gavur güneşi altında kavruluyoruz.Hollywood demek biz demek, bütün o alanın müteahhiti benim.Hatta bakınız şu da ilginç bir noktadır, orada “Hollywood”da iki “L” olmasının tek sebebi benim.Normalde “holy” bildiğiniz gibi tek “L” ile yazılır.E bizim ingilizcemiz o zamanlar zayıftı tabi, iki “L” ile yazdık. 300-350 bin kadar ağaç kestik ama oradan da güzel malzeme çıktı.
("Yanlışlık olsa da tamamen iyi niyetimizden.")

E biz Hollywood’u kurduk ama in cin top oynuyor. Ne yapsak ne etsek derken,dedik bari bu kadar stüdyo falan kurduk boşa gitmesin film çekelim. Daha insanlar film çekmek ne demek bilmezken ben sanat yönetmenliği yapıyordum. Siz benim şu anda sinema eleştirmenliği yaptığıma bakmayın, beni sektörün dışına resmen itelediler. Benim asıl işim sanat yönetmenliği.Benim eleştirmenliğim zorakidir.Benim dışlanmam şu şekildedir, bilirsiniz Vertigo çekimi diye bir şey vardır.Onu ben yaptım, o tamamen benim eserimdi ve tamamen kıskançlık sebebiyle benden çalındı.

22 tane Bond filminin tamamının sanat yönetmenliğini ben üstlendim. O uçan-kaçan, su altına giren arabaları, kenarından köşesinden bıçak çıkan çantaları, ayakkabıları hep ben kendi ellerimle yaptım. Mekan-kostüm-müzik, bunların hepsi bana aittir. Ama görüyorsunuz ki, değil çalışmaya, Skyfall’un galasına bile davet edilmedim.

Sinema sektöründe artık klişeye dönüşmüş tüm soundtrack’ler de size ait değil mi?
Tabi, James Bond, Görevimiz Tehlike, Kill Bill, Son Mohikan..Bunların hepsi bana ait, hatta durun ıslıkla çalayım.(Islık çalmaya başlıyor.)Yok, yok burada rüzgar var olmadı şimdi.Evde yapıyorum ama.
Neyse bunları geçelim, bunlar popüler filmler, ben bunların dışında pek çok kült filme de imza attım. Pulp Fiction’da Tarantino neden hep ayak vurgusu yapar?  Benim ayak fetişim var da ondan!

“200 yönetmene yetecek marjinallik var bende.” demişsiniz.Doğru mudur?
Ya tabi doğru. Sinema sektöründeki çoğu gelişme benden çalmadır, anlatıyorum ya size. Mesela “Oldboy” Güney Kore sinemasına ait bir eser, ama filmin tüm senaryosunu ben türkçe yazdım.İşte orada bazı karışıklıklar oldu, çekimlerde karakterlerden biri kızkardeşiyle biri de kendi kızıyla cinsel ilişkiye giriyor ama bu tamamen çeviri hatasından kaynaklanır.Ben böyle bir şey yazmadım, yanlış anlamışlar.Zaten senaryoyu Güney Günçıkan’ın Korece-Japonca sözlüğe gore çevirmişler.E senaryo Türkçe, sen onu Japonca sözlükle çevirirsen tabi yanlış olacak.
("Normalde çekiç değil levye olacaktı" diyor Keser ve ekliyor "Chan-wook Park'ın da Allah belasını versin.")


Pek çok Uzak Doğulu yönetmenle çalıştınız, bu bölgeye sizi çeken neydi?
Şimdi, bildiğiniz gibi bunların hepsi Çinli, bunların hepsi gözleri kısık insanlar.Ve gerçekten, olaylara baktıkları zaman tam olarak göremiyorlar.E görmeden de film yapılmaz, gel bi bak tam doğru yapıyor muyuz diye yardım istediler, kıramadım.Şirin insanlar neticede.

Fight Club’ta yaşadığınız sorun neydi?
Ya yönetmenle ufak bir sorun yaşamıştık, o benim kostüm yorumlamamı anlamamış tam olarak, ben normalde iki karaktere de aynı kıyafetleri giydirecektim, yönetmen anlamamış. Zaten filmde gördüğünüz gibi Tyler Durden acayip acayip kıyafetler giyiyor, bi atlet giyiyor bi kırmızı gömlek giyiyor bi kürk giyiyor. Halbuki ben onlara çok güzel iki tane memur takım elbisesi ayarlamıştım efendi efendi. O film çok yanlış yorumlandı, zaten doğru düzgün sanat yönetmeni olmayınca beni kovunca ,işi bağlayamadıkları için Tyler’ı da yoketmek zorunda kalmışlar, saçma sapan bir iş olmuş.
("İki mazbut devlet memurunu anlattığımız filmi heba ettiler" diyor genç eleştirmen.)

Stanley Kubrick’le olan ilişkinize gelirsek..
Kubrick demeyin bana, hala sinirliyim zaten.Bir sanat yönetmeni olarak her tarafta serğiştirdiğim ayrıntıları alıp illuminati saçmalıklarıyla değiştirmiş.Böyle rezalet olmaz. Zaten “Eyes wide Shut”ın hemen ardından ölümü de bundandır, çok sinirimi bozmuştu.

İnşaatı sanatla birleştirme fikriniz nereden çıktı?
Bu ilginç bir durumdur, Trabzon halkının isteğiyle sanatsal bir proje ortaya koyalım dedik.Bu projeden sonra zaten çılgın sanatsal İnşaatlar ortaya çıktı.


(A. Necip Keser aynı zamanda inşaat sektörünün "Picasso"su olarak da biliniyor.)



Peki Afrika projeleriniz hakkında konuşacak olursak, neler söylersiniz?
Şimdi burada Afrika sineması hakkında konuşacağım ama olmayacak.Peki neden?Afrika sineması olmuyor.Olduramıyoruz. Nedenine baktığımızda şunu görüyoruz: Yönetmen aç, sanat yönetmeni aç, görüntü yönetmeni aç, kameraman ölmüş..E nasıl olsun burada sinema?

Peki neden Afrika’nın ortasında windsurfing?
Şimdi, windsurfing bildiğiniz gibi, ya okyanusta ya da denizde yapılır ve rüzgar gerektirir.  Ben barış elçisi misyonuna sahip biri olduğum için, sadece denize ya da okyanusa kıyısı olan ülkelere değil de, aç, yoksul, windsurf görmemiş ülkelere de hizmet götürmek istedim. İyi bir insanım neticede. Bu insanları windsurf’le tanıştırmak için oraya windsurf tahtalarımızı götürdük ve bunları toprağa sapladık.  Tabi sapladıktan sonra çıkarmadığımız için bunları Afrikalılara hediye olarak verdik.Ertesi yıl gittiğimizde sapladığımız tahtaların yenmiş olduğunu gördük.

Müzisyen yönünüzü ele alalım biraz da.
Müzisyen yönüm darken şu şekilde, sanat yönetmenleri genelde müziği seçmekle uğraşırlar. Ben seçmem, kendi müziğimi kendim yaparım.Çok önemli bir özelliğim vardır mesela, tüm telli çalgıları çalabiliyorum ben.Mesela ukuleleyi ben icat ettim.Nasıl olduğunu anlatmayayım şimdi, uzun sürer.

Alakasız olacak ancak illuminati hakkında ne söylersiniz?
Şimdi illuminati, aslında arapça kökenli bir kelimedir.Herkes bunun latince olduğunu söyler ama, bu yanlıştır.Şöyle ki; “ilm-ü âti”dir onun aslı, yani “geleceğin ilmi”. Ancak Latinler, çok hırslı insanlar oldukları için bu ifadeyi çalarak kendilerine uydurmuşlardır. Özünde iyidir yani illuminati, sıkıntı yok.Arapça sonuçta.

Türk Sineması ve Yeşilçam hakkında ne söylersiniz?
Allah belalarını versin.

Ekonomi ve siyaset hakkında ne düşünüyorsunuz?
İyi.

Peki Necip Bey, Ayetullah mı Necip mi?
Sana hangisi lazım?

Bir Genç Adam olarak, en derin hüznünüz bir reddedilmişlik midir, yoksa boğazınızda düğümlenen bir soru mu?
Sorular önce boğazıma takıldı, sonra ben öyle olunca kendi kendimi reddettim. O da güzel, onu da bir deneyin derim ben.

Blogumuzu takip ediyor musunuz?
Blogunuzu bazen takip ediyorum ama, yani.. Bi kaç eleman var orada, anladığım kadarıyla genç bunlar. Yani genç adamlar, evet benim çıkarırım böyle.

Okuyucularımıza önerileriniz nelerdir?
Okuyucularınız, okusunlar.Ve okumak, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.
Gençler de okusunlar ama fazla okumasınlar, sonuçta inşaat işindeyiz, çimento taşıyacak adama da ihtiyacım oluyor benim. Bu uyarımı dikkate alsınlar.




11 Kasım 2012 Pazar

Açlıkla Terbiye

     Açlıktan başım dönüyordu. Arkadaşlarım evimden gideli yaklaşık 5 saat oluyordu ve ben hala yemek yememiştim. Karnımdan yükselen garip sesler, kulaklarıma işkence ediyordu. Yemeksepeti.com'dan yemek istemeyi düşünmüştüm fakat neyle? Bildiğim kadarıyla restoranlar öpücükle yemek getirmiyordu. Paraya ya da yemeğe ihtiyacım vardı.
     Sonra aklıma onlar geldi. O buzlukta duran, kızartılmayı bekleyen, babalar gibi bir kilo köfte. 
     Heyecandan elim ayağıma dolaştı. Sevinç çığlıkları atıyordum ve bunun şerefine bir sigara yaktım. Sigaramı içime çekerken aklıma geldi; ben köfte yapmayı bilmiyordum! İnanamıyordum, neden her şey ters gitmek zorundaydı? Önce pazartesi günü olan iki vize, şimdi de köfteler. Tanrı benimle oynuyor olmalıydı. Ne yapmıştım ki böyle bir sınavla beni sınıyordu? Kimi üzmüştüm de beni cezalandırıyordu? Bir anda kafama dank etti; Onur. Benden pijama istemişti ve ben "Kanka, son pijamayı Batuhan kaptı, sana bir sikim kalmadı. Yat zıbar lan öyle!" demiştim. Yapboz parçaları yerine oturmaya başlamıştı. Her şey berraklaşıyor, aydınlanıyordu. Peki ne yapmalıydım? Hemen diz çöküp tanrıya yalvarmalı mıydım, yoksa komşuya gidip yemek ya da para mı dilenmeliydim? Komşuya gidemezdim çünkü aileme "Ateş bir bok beceremiyor, gelin besleyin bunu." demelerini istemiyordum. Ben güçlüydüm, gerekirse aç kalırdım, ama adıma leke sürdürtmezdim. 
      Hemen tuvalete gittim çünkü tuvaletim gelmişti. Tuvaletimi en güzel şekilde yaptıktan sonra lavaboya doğru, ellerimi yıkamak amacıyla yola koyuldum. Yaklaşık 57 santimetrelik klozet-lavabo arası yolculuğum boyunca tek düşündüğüm yemek, tek istediğim o köftelerdi. Hayat bana kötü davranıyor olabilirdi ancak henüz her şey bitmemişti. 
      Yaklaşık 2 ay önce aldığım, yeni telefonumu aramaya koyuldum. Telefonumu elime alıp rehbere girdim ve annemi aradım. Bir bayan çıkıp "Hattınızda kontör yok, lütfen belanızı siktirmeyiniz." tarzında sözler söylüyordu. Telefonu kapadım ve her öğrenci gibi, anneme ödemeli attım. Cevabın gelmesi çok uzun sürmedi. Önce kısaca "Görüşeceksiniz amına koyim! Sakin ol." yazan bir bildirim, daha sonra "Aradığınız abone resmen yüzünüze kapattı. Öz anneniz bile sizi takmıyor artık lan haha!" tarzında ikinci bildirimi aldım. Çok kısa bir süre sonra telefonum çalmaya başladı, annem arıyordu. Telefonu açtığımda sesi çok meraklı geliyordu. "Ne oldu annecim?" dedi. "Ya anne bu köftelerin olayı ne? Tavaya yağ dökeceğim, köfteleri koyacağım, ama yağ üstüme başıma sıçrarsa ne olacak?" dedim. "Yerlere gazete ser, kısık ateşte yap, sıkıntı olmaz evladım." dedi. Haklıydı. En başından neden düşünememiştim? 
       Gerekli hazırlıkları tamamladım ve köfte yapım sürecini başlattım. Tava arama işi en zor bölümüydü aşçılık maceramın. Tavayı ararken kafamı dolaba çarptım. Dudaklarımdan hayvanca küfürler döküldü. Tanrıya şükürler olsun ki komşularım küfürlerimi duyamayacak kadar yaşlı ve iyi niyetliydiler. Ama yine de o pis komşu karısını sevemiyordum bir türlü! (Neyse, konudan sapmamalıydım.) Tavayı buldum ve ocağa yerleştirdim. Ocağın çakmağını çaktım ve ateşi yaktım. Ocakta kızan tavaya yemek kaşığı kadar fındık yağını ekledim, yağ tüm tavaya yayılsın diye tavayı elimle kaldırıp hafifçe oynattım. Kısa süre sonra köfteleri koydum ve yemeğimin hazır olmasını beklemeye başladım.
      Başarmıştım, zafer benimdi, aç uyumayacaktım bu gece. Köftelerimi afiyetle yerken, beni hayattan soğutmaya yetecek, bütün çabalarımı boşa çıkartacak bir şey fark etmiştim. Şok olmuştum, kendime geldiğimde hatırladığım sadece şu sözlerim olmuştu; "Amına koyayım! Bozuk lan bunlar!"

5 Kasım 2012 Pazartesi

Genç Adamsın Blog Ödülleri

Kasım ayı talihlimiz necefli maşrapa oldu efendim. Kendisini tebrik ediyor, nice başarılar diliyoruz.

11 Ekim 2012 Perşembe

Genç Adamlarla Röportajlar: Ömer Güney Günçıkan


Merhaba değerli okurlar;
Uzun bir aranın ardından yeni bir uygulamayla sizlerleyiz.  Artık her ay, düzenli olarak bir  genç adamla yapılmış röportajlar yayınlayacağız blogumuzda. Sanat,spor, ticaret dünyasının önde gelen genç adamlarıyla, keyifli sohbetlerimize sizler de davetlisiniz.


İlk röportajımız şair,gastronom, eleştirmen, boksör, ve romancı ve son dönemdeki Korece argo sözlüğüyle gündeme bomba gibi düşen Ömer Güney Günçıkan’la.  Güney Beyle Moda’daki evinde görüştük. Kahveler getirildi, Güney Bey sigarasını yaktı ve sohbet başladı.

Evet, Güney Bey, hayat nasıl gidiyor?
Hayat zor, üniversite hayatı, hayat kavgası yoruyor insanı. Üniversiteye girmeye çalışmak üniversitenin kendinden daha fazla yoruyor bilirsiniz. Bu yeni döneme adapte olmaya çalışıyorum. Bu yeni dönem de bana adapte olmaya çalışıyor elbette.
Her şeyden önce şunu sormak gerek belki de, Ömer Güney Günçıkan kimdir, neler yapar?


Hayat hikayenizi dinleyerek başlayalım.
Hayat hikayemi, bu röportajı okuyacak olanlar,  “Ömer  Güney Günçıkan: BAŞARIM” adlı kitabımdan ayrıntılı bir şekilde edinebilirler. Ancak üzerinden hafifçe geçmek gerekirse, 1991 yılında İstanbul’da doğdum, Ssk - Numune - Mavi Yatak Örtüsü (bildiğiniz üzere), işte ağlamışım falan, o zaman öngörüşlüyüm çünkü, kafa açık. Hani doğar doğmaz ağlıyorum, ben böyle bir dünyaya gelmek istemiyordum ama bu durakta indim.


 Moda’da mı?
Hayır. Ben Ssk çıkışlıyım. İlk evimiz Erenköy’de, o dönemi fotoğraflardan yakaladım pek yaşadığımı hatırlamıyorum yarım yarım her şey.

Ne kadar yaşadınız Erenköy’de?
5 yıl. Ama hatırlamıyorum oralar silik bende. 6 yaşımda falan ben hatırlamaya başladım, o zaman da Göztepe’deydik, ilkokulumun hemen yanındaydı ev, çok güzel bir unsur tabi bu.  O döneme dair pek anım yok, başıma çok basketbol topu yemiştim ilkokulda, darbeler yüzünden çok hatırlayamıyorum. Ama şunu hatırlıyorum, o dönemler oralar çok sıkıntılıydı. Ekmeği, karneyle alıyorduk biz o zamanlar, bizim dönem öyleydi. İsmet Paşa’nın işleri bunlar. Sonra bir ara Kore’ye gittim geldim ama bunlar savaş dönemi anılarım.


 Kore’ye ilişkin konuşmamız gerekirse, neler yaşadınız, nasıl günlerdi? 
Şimdi o dönem savaş var Kore’de, biz de destek birliği olarak yardıma gittik. Benim resmi olarak söyleyebileceklerim bu kadar, istihbarat bilgileri sebebiyle konuşmam yanlış olur. Ancak detaylı bilgi isteyenler Wikipedia’ya Kore Savaşı olarak girerlerse benim söyleyemediklerimi de öğrenebilirler.

Peki, Kore’de savaş esnasında bir sanat danışmanlığı durumunuz oldu galiba. 
Oldu, oldu evet bana danıştılar. Koreliler bana danıştı.

Kore dönüşünüzde bir kriz çıktı yanlış hatırlamıyorsam.
Evet o da oldu. Uçak biletini almış geri dönme hazırlığı içindeyken Koreliler birbirleri arasında ihtilafa düştü. Bir kısım dedi ki: “Bu Türk bize çok zarar verdi bu gitsin.” Bir kısım da dedi ki: “Biz bunu çok sevdik ,biz buna çok danıştık, Güney Bey burada kalsın.” Gitsin-kalsın-gitsin-kalsın derken bu bir kısım Koreli beni çok sevdiğinden dolayı isimlerini Güney Koreliler olarak değiştirdi. “Güney kalsın, Güney Kore’dir, Kore Güney’dir” derken  bunlar Güney Kore oldu. Benim gitmemi isteyenler de, madem siz güneysiniz biz de kuzey oluruz ulan! diyerek  Kuzey ismini aldılar. Bunlar ayrıldı, ben gittim gideli bunlar hala savaşır.

İlginç. Altıncı sınıfta mı dönmüştünüz Kore’den? 
Uçakta ikinci sınıf, ekonomiyle uçtum. 658. Sefer, B4. Hala hatırlarım önemli bir yeri vardır bende. Ama okuldan bahsediyorsak evet altıncı sınıf oluyor. Şanslıyım ki savaş esnasında sigara denen merete hiç bulaşmamışım. Savaştayım, ciğerimin açık olması lazım. Yeri geliyor günde 60-70 kilometre koşuyoruz, bu önemli. Kore arazisi de zorlu, herkes koşamaz yani.

Muhakkak. Lise dönemi de başladı tabi bu arada, değil mi?
Ortaokul da bitince, lise için okul arıyorduk  ne yapsak ne etsek diye. Sonunda, aklın yolu bir, evin en yakınındaki liseyi seçelim dedik. Kadıköy lisesini böyle tercih ettik. Kore dönüşünde zaten Moda’ya taşınmıştık. Burası bir yuva olarak çepeçevre sarmıştı bizi.

Lisenin o dalgalı yılları nasıl vurdu sizi?
İlk sigara, ilk aşk, ilk hüzün, ilk gülücükler, ilk kalp kırıklıkları.. Bunlar hep lisedir benim için. Sonuçta genç adamız; kalbimizde bulunsun diye,  biz de bir kız sevdik. (Derince iç çekiyor) Olmadı, olduramadık..

Peki bir Genç Adam olarak, en derin hüznünüz bir reddedilmişlik midir, yoksa boğazınızda düğümlenen bir soru mu?
Bizim mazimiz komple reddediliş üzerinedir. Ama ben de onu seviyorum, reddedilmeyi seviyorum. İlişki tanımım bu. (Sigara yakar)

Lisede yönelişleriniz nasıl oluştu?
Lisem deniz manzaralıydı, en üst katta da sözel sınıfları vardı. Manzaram güzel olsun, geniş geniş okuyayım diye sözele yöneldim.  Denize baka baka bitirdik liseyi. İçdünyam da bu şekilde açıldı, deniz var çünkü. Evde de deniz manzarası var, belirteyim bu arada, özellikle kızlar için.


Evde üç bin kadar kitap var, zor oldu mu böylesi bir kitaplığa sahip olmak? 
Bu sayı on bin kadardı. Ancak yer sıkıntısı çektiğimiz için çoğunu dağıtmak zorunda kaldım.

Peki, Güney Bey, Ömer mi, Güney mi?
Sana hangisi lazım?

Bir dönem dövüş sporlarıyla ilgilendiniz. Şiddete bakışınız nasıldır?
“Şiddet kullanmamak iyidir, gerektiği sürece.” Malcolm X. abimizin de dediği gibi.

Peki, Ömer Güney Günçıkan hayata nasıl bakar?
Şimdi şöyle açıklayayım, “sağ 1.50, sol 1.25” miyop. Ben öyle görüyorum neticede.

Röportajın asıl konusuna gelirsek, neden Korece bir argo sözlük yazma ihtiyacı hissettiniz?
Kendimden bir örnekle açıklamam en iyisi sanırım. Şimdi benim okulumda, Bahçeşehir Üniversitesinde “advertiser”ım ben,  “advertiser” olmak zor iş, “advertiser” olmak bunu gerektiriyor, bunun için. Bir de şöyle bir nokta var. Hepimizin hayatında,  Koreliler mevcut. Şimdi düşünseniz mutlaka aklınıza Koreli bir arkadaşınız, sevgiliniz, akrabanız gelecektir. Belki de siz kendiniz direk Korelisiniz. E konuşuyorlar kendi aralarında, anlamıyoruz. En azından küfür falan ediyorlarsa bilelim, insanımız da bilsin istedik.

Ama neden Korece-Japonca sözlük? Neden Korece-Türkçe değil?
Şimdi o bölge, asya bölgesi  çok karışık bir bölge. Orada Kore var, Japonya var, Filipinler var, Çin var,varoğlu var. Bizim Kore’yle bir işimiz yok, ama bunlar aslında hepsi tek ülke. Tek din, tek bayrak. Hepsi Çinli, hepsi çekik gözlü. Ben aralarındaki bu tartışmaya bir son vermek için birbirlerini anlasınlar diye yaptım. (Gülüşmeler)

Yeni roman ne zaman geliyor?
Çalışmalar güzel gidiyor, ay sonuna muhtemelen hazır olur. Kentsel dönüşümle evlerinden atılan  bir halkın, bir güruhun, acı dolu  hikayesi.

Kaç kişilik bir güruh?
6.

Blogumuzu takip ediyor musunuz? Görüşleriniz nelerdir?
Blogunuzu çok dolaştım, çok methettiler, baktım çok hoşuma gitti. 33 bin tık almış zaten, sanırsam yazar birkaç arkadaş daha var, onlar da iyi. Onlar hakkında da bir eleştirim var aslında: Çok yazsınlar, daha çok yazsınlar. Artık sosyal medyayı kullanıyoruz , sosyal ağları kullanıyoruz . 33 bin tık genç beyinler için az bir sayı olmalı. Mesela 35 bin tık, neden olmasın? Yani yazar arkadaşlar sabah uyansın kendilerine bi sorsun.  “Bugün neden 50 bin tık değil?”  Bunu bir sorsunlar. Çok çalışsınlar.

Son sorumuz da klasik olsun, gençlere ne tavsiye edersiniz?
13’ten 16’ya kadar beklesinler, hayatlarına devam etsinler . 17-18 oturup ders çalışsınlar, önlerinde üniversite var. Hele genç kızlarımız, askerliği kısaltmaları lazım. 19’dan 24’e kadar olan genç kızlarımız beni facebook’ta ve twitter’da bulabilirler. Facebook’tan eklesinler, abone olmalarına izin vermiyorum. 24’ten 27’ye kadar olanlar da dünya ahret bacımdır, onlar da işlerine çalışmaya devam etsinler.

 

http://www.facebook.com/omerguney

https://twitter.com/GuneyOmerG

Ömer Güney Günçıkan'a bu samimi sohbetinden dolayı Genç Adamsın ailesi olarak teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyoruz.