Şifa Vermeye Değil, İyileşmeye Geldiniz. Gücümüzü Toplamaya Gücünüz Yoktur Efendim..
31 Aralık 2011 Cumartesi
Şiir-
belki ölmek daha sıkıcıdır.
bide,
imam beni yıkarken, utanırım oğlum ben..
30 Aralık 2011 Cuma
We're all living in America -2-
Merhaba ciğerini yediklerim;
Washington DC-Dulles Havaalanına ayak bastığımda takvimler 3 Kasım'ı gösteriyordu. Cadılar Bayramı'nı 2 günle kaçırmıştık. Kurban Bayramı'nada 3-4 gün vardı sanırım. Daha önce de evden uzakta bayramlar geçirmiştim elbette ama bu kez bayram havası da olmayan bir yerde olacaktım. Bizim bayramlarımız öyle çok sesli değildir, kültürümüzle alakalı olarak aile ziyaretlerine odaklanmıştır. Bu yüzden hep bayram kahvaltıları kazınmıştır kafamda. Üçer beşer sofralar kurulur, bütün aile toplanır. Bayram namazı dönüşü o kahvaltı şölen havasında geçer.
Bu yıl öyle olmadı.
Ne bayram namazı, ne de kahvaltı vardı. Öğleden sonra uyandım, yemek falan yemedim, üzerime ağırlık çökmüştü. O an hiçbir şey hissetmemiştim ama bu yazıyı yazarken bi garip oldum. Neyse, sıkıntı yok, en son nerede kalmıştık? Havaalanı mı?
12 saat yolculuktan sonra, zenciyle işim bitince hemen valizlerime doğru koşturuyorum. İki tane eşşek kadar valiz, işin yoksa onlarla uğraş. Valizleri alıp çıkışa gidiyoruz. Şu havaalanı kargaşasından kurtulsak iyi olacak. Yolcu yakınlarının beklediği salona çıktığımızda Papa'yı gördüm Elinde "Bahcesehir Universty" yazan bir karton vardı, atıldık kollarına. "Papa" okulun öğrenci koordinasyon müdürü. Yaptığı işe bakıp karşılaştırma yapacak olursak lise müdür yardımcısı.
25 Aralık 2011 Pazar
Yalnız Kalem
Yok, dedi. ‘Yine olmadı.’
Aylardır yazmaya çalıştığı yazıya bir türlü odaklanamıyordu. Oysa ihtiyacı olduğunu düşündüğü her şeye sahipti. İki kütüphane dolusu kitap, rengârenk post-it kağıtları, kahve makinesi, bir köşede küskün duran haftalardır çalmadığı gitarı, yattığı zaman aralıksız 10 saat uyuduğu yatağı, tabloları, plakları, sallanan sandalyesi… Salakça bir gülümsemeyle ‘Master Yoda oyuncağım bile var lan.’ diye düşündü. Eski sevgilisi almıştı. Kışın battaniyelerinin altında Star Wars izlerken kız ‘ay o yeşil cüce ne kadar şirin, küçücük de bastonu var.’ dedikten sonra uzun ve ifadesiz bakışlara maruz kalmış, sonra da ‘tamam tamam yorum yapmıyorum.’diyerek yanağına tatlı bir öpücük kondurmuştu. Ertesi hafta kapıyı açınca karşısında kucağında Yoda ile gelen sevgilisini gördükten sonra bir kez daha sevmişti onu. Diğerlerinden daha uzun sürmesinin sebeplerinden biri de kızın doğal bir şirinliğinin olmasıydı. Konuşurken, kahvaltı hazırlarken, heyecanla gününün nasıl geçtiğini aktarırken, hoşlanmadığı kızın dedikodusu yaparken, ders çalışırken notları aklında tutmak için tekerleme uydururken… Sürekli kendisine hayran bırakan, bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiye sahipti. Hatta kendisi için değerli olan kupayı düşürdüğü zaman yanaklarında oluşan kırmızılık bile ayrı bir anlam taşıyordu. Ama bu da yeterli olmamıştı. Bir süre sonra ondan da sıkılmıştı. İlişkilerinin devam etmeyeceğini söylediğinde ilk defa kızın gözlerindeki ışığın söndüğünü gördü. Tabii suratının tam ortasında hissettiği sert tokat ve ardından gelen kızın gözyaşları da içinde bulunduğu durumu tekrardan sorgulamasına sebep olmuştu. Haftalarca pijamayla, Yodayla beraber yatağında oturdu. Yatağın kenarında biriken bira şişeleriyle kule yapıp, defalarca pikap iğnesinin plaklar üzerinde hassas şekilde gezinmesini izledi. Bir-iki ay sonra yaşlı teyzesinin eve gelip ortalığa çeki düzen vermesiyle de rutin depresyon dönemi bitmiş oluyordu. Yalnızlıktan nefret ediyordu. Yalnızlığa küfürler ediyordu. Ama yalnızdı işte. Tek başına sinemaya gidiyor, patlamış mısırı tek başına bitirip, komedi filminde yalancı kahkahalar atıyordu. Bir tek kalabalığın içinde kendini iyi hissediyordu. Binlerce kişi ile bomboş bir şekilde yalnızca yürümek… Kafasını kurcalayan onca şeye tek iyi gelen belki de buydu. Önceleri gitarı alıp sahile iniyordu. Üzerinde Afrikalı bir müzisyenin olduğu t-shirt ü ve smile şortuyla, yanında rakı şişesiyle rastgele çalıyordu. Ama asla kendinden geçecek kadar vakti olmamıştı. Ya sesine ya da görüntüsüne (görüntüsü olması daha yüksek bir ihtimaldi çünkü dağınık saçları ilkel bir filozof izlenimi veriyordu) dayanamayan insanlar polisi arıyor ve şikâyetçi oluyorlardı. Polisin gelip de ukala tavırla ‘Kalk kendine biraz çeki düzen ver.’ dedikten sonra daha önceden ağzını tutmaya söz vermiş olmasına rağmen, derin bir iç çekip ‘Boş ver, karın beni böyle daha çok seviyor.’ demesi de yediği sıkı dayaklar koleksiyonuna bir yenisini eklemesini sağlamıştı. Ama bu sefer farklı olarak kendini karakolda bulmuştu. Buna rağmen tüm pişkinliğiyle komisere ‘O başlattı.’ diye diretmesi üzerine de geceyi orda geçirmişti. ‘Olsun.’ diyordu ‘En azından yeni bir şey öğrendim. Polisler eşleri hakkında konuşulmasını sevmiyormuş demek. ’ ‘Lan ’ diyordu bazen ‘Yazar olacağımıza gazeteci mi olsaydık acaba?’ Kıyak iş. Her gün farklı atraksiyon her gün farklı dümen... Gerçi yazarlığı da rastlantı eseri olmuştu. Çağdaş edebiyata dair kitaplar yayınlayan bir yayınevine öylesine verdiği örnek editörler tarafından çok beğenilmiş ve basmak için şartları konuşmaya çağırmışlardı. Öne sürdüğü tek şart ise isminin gizli tutulmasıydı. Taraflar anlaştıktan sonra da piyasaya sürülen kitap özellikle öğrenciler tarafından ilgiyle karşılanmıştı. Eeee normaldi tabi. 4 senelik bölümünü 7 senede bitiren biri olarak öğrencilerin halinden anlaması kadar doğal bir şey yoktu. Yaşamını değiştireceğini düşündüğü bu gelişme sadece para getirmişti. Lanet yalnızlığıyla yine baş başaydı. ‘Gazetecilik de tehlikeli be.’ dedi. ‘Hem bu ülkede gazetecilik yapmak, kutuplarda anket yapmaya çalışmak gibi bir şey olsa gerek.’ Bazen bunalımına bile karışıyordu ya insanlar en çok da ona kızıyordu. Otobüste kafasını koyup uyumaya çalışırken ‘Aa aaa. Saçını gördün mü? Hiç kesmiyormuşlar onlar. Yıkamıyorlarmış da. Satanistlermiş.’ ‘Ya sorma Gülten Ablanın yiğeni de böyle. Keçini sakalı bırakmış tıpkı bu çocuk gibi. Geçen oturmaya gitmiştik, valla Allah seni inandırsın çocuğun suratında meymenetin m’si yok. Küpe takmış bi de aynı görümceminkinden.’diyen teyzeleri bile duymamazlıktan gelemiyordu artık. ‘Ah be ablacım’ diyordu. ‘Ben inince yapsanız dedikodumu, ya da azıcık daha kısık sesle be!’ ardından gelen fısıltılar da daha beter oluyordu. ‘Bak bak, bizi dinliyormuş Nazife. Bunların ne yapacakları hiç belli olmaz.’ Bu yüzden yürümeyi tercih ediyordu genelde. Sigarasını yakıyor, yolların hükmeden bir kral gibi yürüyordu. Dükkânlarda çalan şarkılara ritim tutuyor veya insanların yüzlerine bakarak kişiliklerini tahmin etmeye çalışıyordu. Karısına azıcık korkuyla bakıyor; kılıbık, bebekli dilenciye 20lik bıraktı; cömert, yanındaki kadına işlerde fazla payı olmadığını söyleyen ama bir bakıma onaylıyor gibi gözüken adam; alçakgönüllü, takım elbisesiyle hızla geçen adam; hırslı, atkısını boynuna dolamış kemik çerçeveli kız; entelektüel, sürekli bir havaya bir de şemsiyesine bakan yaşlı kadın; kuruntulu… Sosyopat gibi hissediyordu arada kendini. Şuracıkta ölsem kimin umurunda olur diye düşünmekten de kendini alamıyordu. En çok üzülen muhtemelen mahalledeki Tekeldeki Ahmet Abi olurdu. O da olsa olsa kazancından önemli bir miktar eksileceği içindi.
Duraksadı. ‘Yalnızım lan’ dedi. Ağır ağır viskisini koydu. Cemil Meriç'in dediği gibi; ‘Bir zebaniyle birlikte olabilecek kadar yalnızım.’
24 Aralık 2011 Cumartesi
Balkanlar-Bölüm 1 Belgrad
Öncelikle merhaba ! Gençadamsın ailesinin tekrardan toplanması sonrası arka arkaya gelen yazılardan sonra hiç olmadığı kadar hareketli günler yaşıyoruz.(Nazar değmesin) Kadromuza yeni bir isimde katıldı böylece takım büyümeye başladı. (kötü bakkal) Yeni yazarımıza hoşgeldin,yazıların daim ve güzel olsun deyip konumuza geçelim.
Yazının konusu ne komikli ne kurgu ne ciddi bir yazı nede başka bişey aslında.Geçtiğimiz yaz yaptığım Balkan turuyla ilgili anı gibi aslında değil gibi hikayeler anlatıp kendi kendime konuşmayı düşünüyorum.Salih'in taaaa Amerikalara gidip okyanus ötesinden verdiği haberlerden sonra bende Adriyatik ötesini yazmaya karar verdim.(Son anda düşündümde yazı biraz anı biraz gezi yazısı gibi olacak)
Efeeendiiim yazıya başlamadan son durak olarak bahsi geçen geziyle ilgili kısa bilgiler verip ardından anlatmaya başlayacağım.Gezi 7 ülkeden oluştu.Sırasıyla Sırbistan,Hırvatistan,Bosna-Hersek,Karadağ,Arnavutluk,Makedonya ve son olarak Kosova.Bu yazının konusu ise Belgrad-Sırbistan.7 ülkenin arasında geçen yollarda kat ettiğim mesafe 4.000 km.O yüzden çok çok yorucu bir gezi oluyor.
Saydığım 7 ülkenin hiçbirinin Türk turistlerden vize istememesi en büyük artısı.O yüzden Salih'in Amerikan konsolosluğunda yaşadığı deneyimlerin hiçbirini yaşamadım.Sıkıcı girizgahları ileri sarıp uçağın hareket gününden bir gün önceye sarıyorum..
Uyarı:Yazı epey uzun,devrik cümleleri,dil bilgisi hataları ve anlam belirsizliği içerir.Şimdiden gösterdiğiniz anlayış için teşekkür eder aradan çekilirim..
7 ülke gezeceğim ve sürekli hareket halinde olacağım için yollarda aç kalmamak için buradan kek,bisküvi,hazır çorba,kaşar gibi insanı hayatta tutabilecek malzemeleri bavula eşyalarla beraber istifleyip uçak saatini beklemeye başladım.Ertesi sabah uçağım olduğu için(uçuşu olmak oh yea) heyecandan pek uyuyamadım aslında sabah pek gelmek bilmedi ve nihayet güneş o güzel yüzünü gösterdiğinde sabah 9 daki uçağa yetişmek için yola çıktım.İstanbul-Belgrat arası yaklaşık 1 saat 50 dk sürüyor.(Hayır 2 saat değil) Sabah 9.10 kalkan uçağım yerel saat ile Belgrat'a 10.10 da iniyor.(1 saatlik zaman farkı var aramızda) Aradaki zaman farkından dolayı gereksiz bir mutluluğa giriyorum.Futbola olan ilgimden dolayı Partizan ve Kızılyıldız takımlarına sempati besliyorum.Aklımda iki takımında ürünlerini almak var.Uçak alçalmaya başlarken camdan dışarı bakınca tamda Partizan stadının üstünden geçtiğimizi görünce iyice keyiflenip gaza geliyorum resmen geldim artık.
Belgrat havaalanı Atatürk havaalanına göre çok çok küçük.Bizim Sabiha Gökçen'den bile çok daha küçük olduğunu söyleyebilirim.Herşey iç içe ve tam bir koşuşturma hakim.Yıllardır okuduklarımız,izlediklerimizden ötürü Sırplara karşı ister istemez oluşturduğumuz ön yargı aklımın bir köşesinde duruyor.Türk olduğumuzu görünce kıllık çıkarırlarmı acaba diye düşünmeden edemiyorum.Pasaport kontrolünde bulunduğum sıradaki polis biraz sorunlu birine benzediği için yan sıraya geçiyorum.Bu sırada daha nazik görünen 35-40 yaşları arası güler yüzlü bir abla pasaportumu kontrol ediyor ve beni 'Welcome to Serbia' diyerek Sırbistan topraklarına buyur ediyor.
Pasaport kontrolünden sonra aslında iyi insalar olabilirler düşünceleriyle gidip bavulları buluyorum ve oyalanmadan havaalanından çıkıyoruz.Dışarıya çıkar çıkmaz havanın çok sıcak olduğunu fark ediyorum.Yakıcı,boğucu enteresan bir sıcak bu.Havaalanını şehrin oldukça dışında inşaa etmişler.Yarım saat(süreden tam emin olmamakla beraber bundan az değildi) kadar süren bir otobüs yolculuğundan sonra şehire batı kapısından Sava nehrinin bulunduğu bölgeden giriyorum.Şehre ilk girişte Partizan'ın basketbol maçlarını oynadığı Belgrat Arena'yı ve daha ileride Tito'nun partisi Partizan'ın genel merkezini gördüğümü hatırlıyorum.Yabancı ve hiç bilmediğin bir kentte olmak çok heyecan verici.Bir sağa bir sola bakınıyor birşey kaçırmamak için gözlerimi açık tutuyorum.
Etrafı çok ayrıntılı tasvir edip sıkmak istemiyorum ama bazı bölgeleri anlatmadan geçmek olmaz.Şehri gezerken savaşın izlerini görmek mümkün.Nato tarafından bombalanmış eski savunma bakanlığı binasının yıkılmadan aynı şekilde bırakılması gibi çarpıcı örnekler o vahşeti hatırlatıyor.Bir zamanlar Osmanlı'nın sahip olduğu Belgrat kalesine gittiğimde ise garip duygulara kapılıyorum.Yıllardır kitaplarda okuduğumuz Avrupaya yapılan seferlerde kullanılan üssümüzden etrafa bakıyorum.Kaleyi çok iyi koruyup,içine yaptıkları geniş parklarla yaşayan hale getirmişler bu yüzden çok takdiri hak ediyorlar.
Şehrin önemli binalarını,caddelerini panoramik olarak gezip şehrin kalbinin attığı bölgeye Cumhuriyet Meydanına gidiyoruz.Meydana geldiğimde aklımda otobüsle yanından geçerken gördüğüm Kızılyıldız store var.Etrafa sorarak gördüğüm bölgeyi tarif etmeme göre oraya yürüyerek gitmemin imkansız olduğunu fakat daha yakında bir yerde başka bir tane olduğunu öğreniyorum.Sırp rehberimizden aldığım bilgileride kafamda tutarak düşüyorum yollara.Elimde ne bir harita ne etrafı bilen biri nede başka birşey var.Tek bildiğim bulunduğum caddeden başka yere sapmadan dümdüz yürümem ve tam karşıma çıkacak olan Sovyet döneminden kalma siyah,çirkin,estetikten uzak gökdeleni görüp sola dönmek.
Herşey aklımda yürümeye başlıyorum.Fakat yürüdükçe yol gidiyor yürüdükçe gidiyor.Bana cadde diye anlattıkları yol resmen bulvar çıkıyor.Bizdeki İstiklal Caddesinin 2 katı genişliğinde ortasından arabalar akan kenarlarında geniş kaldırımlar bulunan güzel ve epey geniş bir bulvar.Tariflere göre 10 dk yürüme mesafesinde olan gökdeleni aradan 20 dk süre geçmesine rağmen hala görebilmiş değilim.Ha döndüm ha dönücem bulamadım derken 200 metre mesafeden görüyorum o'nu.Evet rotamı bozmadan gelmiş büyük bir iş başarmıştım artık hedefim en fazla 400-500 metre mesafede diye düşünürken gökdeleni gözden kaybediyorum !! Nasıl becerdiğimi bilmesemde koskoca bina yok oluyor.Şimdi sçtım galiba yanlış yola girdim diye düşünürken sora sora Bağdat bulunur diyerekten közde mısır satan abinin yanına yanaşıyorum.Abinin İngilizce anlamaması,üstüne yediğim küfür ve elimde ne ara aldığımı hatırlamadığım közde mısırımla yola devam ediyorum.Bu sefer soracağım kişi daha modern görünümlü dondurmacı.Şansıma abla İngilizce biliyor ve yolu kaybetmeme rağmen yakında Kızılyıldız store olduğu söylüyor ve tariflere göre 500 metre sonra dükkanı buluyorum.Dükkanı bulduğumdaki yaşadığım hazzı anlatamam.Yaklaşık 4-5 saat önce ayak bastığım ve hiç bilmediğim bir şehirde bu kadar yol yapıp hedefime ulaşmam egomu tatmin ediyor.
Dükkana yöneliyorum.Aman Allahım bu ne güzel bir kırmızıdır böyle.İçeride formalar,eski resimler,bayraklar kısacası ne ararsanız var.Hemen formaların olduğu bölüme gidip formamı deneyip alıyorum.Tam paraları sayarken Sırp Abla(evet çoğu yerde ablalar çalışıyordu) No Euro !! diye beni uyarıyor.Olurdu olmazdı derken kendimi yine yollarda 'change office' ararken buluyorum.Neyseki dükkandan çıkıp ilk sola girdiğinizde bir change office var fakat oraya gitmenizi pek önermem.Abartısız 2 metre kare alanda 2 metre boyunda 2 metre eninde tam olarak mafya 2 abi oturuyor.Ağızda purolar -Ne vardı yeğen(ingilizce) diyorlar. Tırstığımı belli etmeden -Abi köşedeki dükkana gelmiştim para bozduracağıdım(şiveli ingilizce) deyip uzatıyorum 50 euroyu. Neyseki korktuğum olmuyor ve abiler paramın karşılığını verip beni uğurluyorlar.Zira paramı vermeyip hadi şimdi sktir git deseler gıkımı çıkaramaz gtüme baka baka dönerdim öyle tiplerdi.Dövmeli,küpeli,sakallı,atletli,puro içen gibi her türlü olay bunlardaydı.
Mafyadan aldığım parayla gidip formamıda alıp fonda 'We are the champion' müziği eşliğinde dansa başlıyorum.Artık arkamda çok sağlam.Mahallede kavga olursa,kız mevzusu olursa bir telefonla Sırbistan'dan kankalarımı çağırabilirim öylede biriyim yani.
Bir forma uğruna çektiğim bunca eziyet,yürüdüğüm onca yol,kapıştığım mısırcı,mafyayla kanka olmam gibi türlü etmenlerden sonra Belgrat'taki ilk gecemde başımı yastığa koyarken tek hissetiğim duygu mutluluk..
23 Aralık 2011 Cuma
Lekeli Güvercinler
‘olumm biz Fikirtepe çocuğuyuz’ diyerek semt ağzıyla girdi cümleye ‘İnsene Fikirtepede, biz adamı naparız lan biliyo musun ‘? Karşısında duran, kirli sakallarından ve soluna doğru bıkkınlıkla attığı çapraz çantasından üniversite öğrencisi olduğu belli olan genç ‘Ne yaparsınız be, anca böyle hayvanlık yaparsınız zaten’ dedi ve çocuğun yıpranmış çakma Abercrombie Fitch eşofmanını ve cırtlak renkteki kirli kazağını iğretiyle süzdükten sonra ‘Sizin gibilerin yalnızca veterinere ihtiyacı olur ’ diyerek sesini yükseltti. Otobüse birden derin bir sessizlik hâkim oldu. Alışverişten dönen ve otobüs fren yaptığında poşetler kaymasın diye ayaklarıyla siper yapan ev hanımının, “çok yorgunum bir kez de ben oturayım” düşüncesiyle uyuma taklidi yapan liseli öğrencinin, kadro fazlası yüzünden işten çıkarılıp kapı dışarı edilen ve kızının yüzü aklına gelince içi burkulan işçinin gözleri sesini yükselten gence döndü. Genç her ne kadar tepkisini koysa da düğmeye basarak sonraki durakta indi. Malum çocuklar sokak çocuğu idi ve ne yapabilecekleri belli olmazdı. Aslında olaylar şöyle gelişmişti: Otobüs hareket edeceği sırada elinde birer güvercinle otobüse binen, giyiniş tarzı ve bağırarak konuşmalarından otobüstekiler tarafından sokak çocuğu teşhisi konulan iki çocuk, birden oranın istenmeyen kişileri olmuştu. Bir de üstüne güvercinlerin kanatlarını açıp incelemeleri ve gülüşmeleri üzerine dayanamayarak ‘Ne yapıyorsunuz siz?’ diye çıkışan öğrenci de ordakilerin sesi olmuştu. Oysa, kentleşme evriminin bir sonucu olarak karşılarına çıkan o çocuklara bağırarak değil sakince müdahale etmenin yerinde olduğunu çocuk semt ağzıyla ‘olumm’ çektikten sonra anlamıştı. Genç indikten sonra da çocuklar bu uyarının bir etkisinin olmadığını kanıtlar nitelikte şamataya devam ettiler. Çaprazlarındaki genç kıza, güvercinleri gösterip ‘Isırmaz abla korkma’ diyerek sapsarı dişleriyle gülüyorlardı. Olanları çocukların yanı başından sessizce izleyen adam çocukların dikkatini çekmek için ‘O hayvanları nerden aldınız? ’ diye sordu. Çocuklardan biri yarım ağızla ‘Taklacı bunlar abi. Hayvan pazarından aldık ’ diğeri de ‘Lekelidir bu lekeli. İyi cinstir.’diye kendinden emin bir tavırla ekledi. ‘Yazık değil mi hayvanlara? Bırakın özgürlüklerinin keyfini sürsünler, oyuncak gibi elden ele taşınır mı, günahtır.’ dedi adam. ‘Size yirmişer lira vereyim de salıverin o kuşları’. Para teklifini duyunca çocuklardan boyu kısa olanın gözleri parladı ama sanki yanlış bir şey teklif edilmiş gibi kafasını iki yana sallayarak ‘Olmaz abicim, kurtarmaz ’dedi. ‘Biz onlara iyi bakarız,hem kafesimiz bile var. Bunları da götürdüğümüzde tam bir düzine olacak. ’ ‘E bakabiliyor musunuz o kadar kuşa?’ dedi adam küçümser bir tavırla. ‘Ooooo hem de krallar gibi. ’ dedi uzun olanı elini sallayarak ‘Haftada üç gün Rıhtım’a boyaya inerim ben onlar için. Yemleri bitince de gider Sultanahmet’ten alırız. Orda bi tane sakallı yaşlı amca var bizim için yarı fiyatına veriyor. ’ Küçük olanı da yine sesinin tonunu ayarlayamayarak ‘ Bunların pislikleri de para eder amca. Hasanpaşa’da bir sürü kedisi olan bi teyze var. Begonyalarına çok iyi geliyormuş. Önceleri sadece ona götürürdük, şimdi komşuları da istiyor onlara da götürüyoruz.’ Sonra sır verir gibi yaklaştı ve kısık sesle; ‘Aslında Hasanpaşalıları pek sevmeyiz biz, mahalledekiler bilmiyor ama naparsın güvercinler için işte. ’ adam gülümsedi ‘Kadıköy’ün Teksası mı oluyorsunuz şimdi siz? ’ büyük olan uzun,kirli tırnağıyla kafasını kaşımaya başladı ‘Teksas nere ki amca?’. Adam güldü; ‘Amerikanın bir eyaletidir Teksas. Kovboyları da mı bilmiyorsunuz?’ çocuk ukala bir tavırla ‘Kovboyları tabi bilirim.’dedi. ‘Kovboy Kahvesi var bizim mahallede. Kaçaktan kumar oynatır haftasonları. Di mi lan?’ diyerek dirsek attı diğer çocuğa onaylaması için. ‘Tabi , Selim abinin yeriydi. İki-üç kere de aynasızlar bastı hatta. ’ Kirli, ifadesiz, pis suratlara baktı adam. ‘Okula gitmiyor musunuz siz?’ diye sordu. ‘Yok be abi bırakmak zorunda kaldık ’ dedi ‘Yoksa biz de istemez miydik okumayı?’ Uzun olan ise milletin yüzünü süzmeyi bırakmış inmeye hazırlanıyordu ‘Hayat boktan be abi ’ dedi diğeri ise esmer suratında beliren buruk gülümsemeyle; ‘Bizim için aslında sadece güvercin bokundan.’
bahçi forçu tambov çiki çiki çikita
Puslu,bulutlu,yağmurlu,fırtınalı İstanbul havası psikolojinin içine etti.Böyle havamı olur lan ?? Klipte ki gibi dans edenlerin arasına katılıp en büyük sıkıntımın bugün nerenin havasını oynasak ?? olsun istiyorum.Biraz olsun bu havadan kurtulmak sıcak plajlara akmak için ne diyoruz ?? ' Bahçi forçu tambov çiki çiki çikita !! ohhh
22 Aralık 2011 Perşembe
Cinnet Modern
bir asrın şiiri
asrımızın şiiri ile baş başa bırakıyorum.
Bir kırlangıcın kanı var ön camımızda
Sanayi devrimi çünkü kuşların ölümüdür
Picasso ve prezervatif işte tam da bu anda
Cinnet modern
Bizi gümüş kaşıklardan alıkoyan
Kalan yalnızlık vardır artık akşamlardan
Televizyon yalnızlığı, renk yalnızlığı, insan
Şiir çekilmektedir köhnemiş rüyalarımızdan
Geveze ve umutsuz, şizofren ve unutkan
Cinnet modern
Kır kahvelerinde hafta sonu romantizmi
Cinnet modern
Birdenbire bir köprünün tastamam hayali
Bir kadın bir çocuğu kucaklayacakken kurcalamıştır
Acı doludur o devlet sarısı zevksiz koltuk
Dönülmez dünyaya vakit hayli olmuştur
Dönülmez, şuramıza gelip oturmuştur yoksulluk
Cinnet modern
Gloria jeanste sumatra bilmem ne kahvesi
Cinnet modern
Abdullah Gül'ün ülkemize cumhurbaşkanı seçilmesi
Aynalı sözler bulup biçimsel denemelere girişip politikayı keşfedip ruhlarımızı yağmalamak isteyenler için tekmil verip / kıymetli katkılarımız için cep saati tazminat plaket öpücük alıp / birikmiş paramızla bir nokta otuz dokuzla on yıl vadeyle / vadesi dolmuş insanlığın mezarına işeyen o amerikalı pis herifin adını sapıklık gibi / sapkınlık gibi rafizilik gibi çift elle çift bıçakla çiftle çubukla toprakla irtibat halinde / ayakkabılarını çıkarıp ellerine alıp ayaklarını toprağa basıp / beşiktaşı semt takımı olduğu için severken kapitalizmi yeniden icat edip / allen abi papa olsana diye bağırınca sanki kazanda bir ayaklanma bastırılıyor / kazan türkleri diye birileri var kaplanlı belgeselden hemen sonra çıktı televizyonda çıktı / televizyona baykal da çıktı inanamazsın lafın sözün belini kırıyor / sokakları bar adlarıyla tanıyan yaşı geçkin kızların mutlu evlilik hayalleri bir kez daha eczaneye / eczanelerde ağrı kesici var bepanten var işe yarar nesneler solgun kimesneler var ihraç fazlası gibi hissediyorum kendimi / cypralex iyi geliyor donuk mat kimsesiz bir cihangir sokağında / zaten o garson çocuk da ayrılmış o kafeden doluşalım kafelere sevişelim ama üremeyelim dikkat edelim aile planmasına kardelenler kampanyasına destek verelim modernleşelim adamın canını sıkmayalım hırtlık yapmayalım değil mi eren safi / türk şiirine teknik bir arıza nedeniyle ara verelim suyun akarını bulalım etliye sütlüye karışmayalım senede iki takım elbise ramazanda erzak alalım / patronla yemeğe çıkalım patronu kafaya alalım şehrimizin düşman işgalinden kurtuluşunu coşkuyla kutlayalım / şehrimiz kurtulsun kuran da okuyalım ama ardından yürüyelim o mezara anı defterlerini dolduralım gayrı safi milli hasılamızı / özallı yıllar tabii çok önemli yıllardı entegrasyon kelimesi amma ritmik ejekülasyon gibi / akar gider durmaz gider sokaklarda liseli kızların aman allah bacakları süt ve bal / bal işine girelim kaçkarlardan bir arkadaş bal yollasın biz istanbulda doğal beslenme meraklısı aptallara satalım / selahattin yusufla unisex tişört tasarımı işine de girebilirim her an / her an hatırı sayılır bir cinnet geçirip ot yok mu lan taş yok mu hadi kitabınız yok ulan allahınız da yok mu diye nara atarak / sonunda paşa olan semtlere iki oda bir salonlara sabahlamalara sarayın tavuklu çorbasına kadir abimizin lan saray / padişahlık geri gelsin yıkalım cumhuriyetin değerlerini kurumlarını kurumsal olalım / iletişim müdürlüğü ihdas edelim insan hakları şefliği insan hakkını alabilir mi bu dünyadan test edelim / iş başvurusu formu dolduralım kravat takalım siyah takım elbiseyi indirim var daniel hechterdan alalım / hasta olalım kusalım tiksinelim bıyıklılardan bıyıklılar tehlike arz etsin terörist olsun bıyıklılar hasta olalım kusalım tiksinelim bıyıklılar
Cinnet modern
Usul usul şehre bir dalgakıran çekiliyor
Cinnet modern
İnsan yazdıkça sanki daha da sakinleşiyor
İsmail Kılıçarslan
20 Aralık 2011 Salı
We're all living in America
Ciğer sevmem. Hatta elmadan sonra en sevmediğim katık olarak sayabiliriz ciğeri. Ama bir hitap şekli olarak "ciğerini yediğim" bana çok hoş ve samimi geliyor. Nasılsa kimsenin okumadığı bir blogda yazdığım için herkese ciğerini yediğim diye hitap edebilirim gönlümce, ne güzel lan. Her neyse, gelelim asıl mevzuya.
Bildiğiniz gibi bu aralar okyanus ötesindeyim. Üniversite eğitimim sebebiyle Amerika'da olacağım bu sene. Çok sevdiğim Kafsinkaf arkadaşımın İstanbul'da çok güzide bir mekan olan karargahlarımızdan birinde bana uyguladığı ısrar sonucu, buradaki tecrübelerimin bir kısmını siz değerli okuyucularımızla paylaşma kararı aldım.
Yazıyı olayların kronolojik akışına göre yazmaya karar verdim. Neticede tamamen "American Dream" tecrübesine vakıf olamayacağım, en azından burada yaşayan bir öğrenci nelerle karşılaşır onları aktarmaya çalışayım. Konsolosluk görüşmesinden başlamak en faydalısı olur bence.
Bildiğiniz gibi İstanbul'daki Amerikan Konsolosluğu Sarıyer sırtlatında bir kartal yuvası. Oraya gitmeden önce tabi bir sürü şeye ihtiyacınız olacak, Bunların en önemlisi tahminimce internetten doldurulan vize başvuru belgesi. DS-160 adında, size her türlü sikko soruları soracakları İngilizce bir belge. "Daha önce hiç terörist gruplarda bulundunuz mu, vücudunuzu para karşılığında sattınız mı, ülkeye ayak bastığınızda terörist faaliyetlerde bulunmayı planlıyor musunuz, bir klana üye misiniz??" gibi garip garip sorular olacak. Hepsine hayır diye cevap verip 10 sayfayı aşmanız kafi.
Bankaya randevu için para yatırmanız da gerekiyor elbette. 20 dolar yatırıp bankadan bir makbuz alıyorsunuz, makbuzda aramanız gereken numara ve randevu için kullanacağınız uzunca bir şifre var. Eğer vize alamazsanız bu para yanacak, ama en kötü haber elbette bu değil. 200 ve 140 dolarlık iki ayrı ödeme daha var ama ayrıntıları tam olarak hatırlamıyorum.
Her neyse, tüm bu evrak işlerini hallettikten sonra randevu saatinden 30 dk önce konsolosluğa vardınız. Eksik bir şey bırakmadığınıza emin olun çünkü eğer eksiğiniz olursa sizi yolmak için konsolosluğun önünde tükan açmış dallamalar olacak. Bir fotoğrafa iki makas atmaya 10 lira alıyorlar dikkatli olun.
Girişte zaten tüm elektronik gereçleri bırakacaksınız, hiç öyle konsolosluğu falan patlama hayali kurmayın. Zaten yüz yüze görüştüğünüz tüm personel türk. Amerikalılarla sadece kurşun geçirmez camlar ardından görüşebilirsiniz. Korku diye buna denir hellyeaa...
Kafanızda hiç öyle sorgu odasına alınmak, fbi ajanı tipli birinin elinde dosyalarla odaya girmesi falan belirmesin. Bildiğiniz banka, neredeyse hiçbir farkı yok. Önce parmak izi numarası veriyorsunuz, orda sevimli iki Amerikalı kız var, sizi yanıltmasınlar asıl sorgulayacak olanlar tam orospu çocuğu. parmak izinden sonra oturup sıranızı beklemeye başlıyorsunuz. 4 gişe görevlisi çalışıyor vize kabulu için. Numaranızın yandığı gişeye gidip meramınızı anlatıyorsunuz, gıcık gıcık sorular soruyorlar.
Soruların geneli Amerika'ya asıl gidiş niyetiniz ve paranız üzerine. Eğer geliriniz kağıtlarda düzgünce belirtilmişse para ile ilgili sıkıntı çıkmayacaktır. Mülteci olmayacağınızı anlamak için sorduğu diğer soruları da kısa kısa kesin cevaplarla yanıtladığınız takdirde aşılmayacak problem değil. Görevliler Amerikalı, Türkçe biliyorlar ama İngilizce konuşurken elbette daha rahatlar. Eğer İngilizce'niz yoksa tercüman ordusu arkada bekliyor, çağırın gelsinler işleri ne.
Vizeyi alırsanız ups masasına gidip bi de onlara kargo parası bayılıyorsunuz, onlar size getiriyorlar.
Neyse aşalım bunları. Sıra geldi yolculuğa. Bagaj için çok fazla yasak şey vardı ama Amerika'ya ayak basınca çoğunun kimsenin umurunda olmadığını gördük. Eğer çok ayrılamayacağınız bir şey varsa (yiyecek olarak söylüyorum) mutlaka valizinize alın. Sıvı olmadığı müddetçe sorun çıkmayacaktır. Peynir getirmedim diye kendime çok sövüyorum ben mesela.
Yakınlarınızla vedalaştınız, meşhur el sallamaları yaptınız ve döndünüz pasaport kontrolüne. Uçağın kalkışına 45-50 dk var. Geçtiniz free zone'a. Eğer sigara falan içiyorsanız duty free'den kutu kutu almanızı tavsiye ederim. İçip de almayan arkadaşlarım çok pişmanlar. Duty free vergisiz güzide bir mekan, ilginizi çekebilir. Sonra da uçak için beklemeye başlıyorsunuz işte.
19 Aralık 2011 Pazartesi
Home Sweet Home
Bu sorun üzerinde yoğunlaştığım günleri hatırlamak bile istemiyorum.Beynim adeta bulanmıştı,uyuyamıyor,kafamı toplayamıyor ve hatta düşünemiyordum.Nadiren daldığım uykulardan ateşler ve terler içinde uyanıyor, sık sık istifra ediyordum.Bendeki bu kötüye gidişi,haftada bir bana yemek getirmek için uğrayan(bir gün için yedi zeytin ve bir kap su)yaverimde farketmiş olmalı ki bana, hiç iyi görünmediğimi ve İstanbul'a dönmemin benim için en iyisi olacağını defalarca ifade etti.Bu önerileri kesin bir dille reddettikten sonra düşünsel sürecimi daha da derinlere taşıdım.
Bu yıpratıcı sürecin sonlarına doğru bloga geri dönmemin en iyisi olacağı kanısına varmıştım ki, süreç tamamlanamadan yaverimden gelen acil telefonla kesintiye uğradı. Yaverimden gelen telefon bana,arkadaşlarımın pazartesi gününe halısaha maçı ayarladığını ve gitmessem onları çok pis satmış olacağımı söylüyordu.Bende ilk uçakla İstanbul'a dönerek halısaha maçına çıktım.Sürecin kalanını da halısahada tamamladım ve blogu bırakmamın hayatımdaki en büyük yanlış olduğu,bu günden kelli yazılarıma devam etmemin en doğrusu olacağı sonucuna vardım.Blogun diğer değerli yazarlarına ve -varsa- sevgili okurlarına duyuruyorum.Halısaha maçını da kaybettik anasını satiiim.
İsyan
Adamakıllı bir şeyler yazmayalı uzun zaman oldu. Aslına bakarsanız bu blog açıldığından beri adamakıllı bir şey yazdığımı hiç hatırlamıyorum. Şöyle bir eskilere doğru gittim de, liseli ergen genç kızların tumblr sayfalarından neredeyse bi farkı yok blogun. Çok canım sıkıldı.
Ulan zaten 5 kişi okuyo yazdıklarımızı, bari adam gibi şeyler yazsaydık diye düşündüm. Üç noktayla biten şiirler paylaşmaya tövbe ettim sonra. Bakınca gördüm ki ne kadar üç noktalı cümle varsa getirmiş koymuşum buraya. Can Yücel'i facebookta orospu etmek gibi bir şey olmuş.
Kafsinkaf ve erkekadam bana bu blogu açma teklifini getirdiklerinde, İstanbul'un güzide bir semtinde ondan daha güzide bir çay bahçesindeydik. Kafamda ne de güzel şeyler çakmıştı. Sırf marjinallik olsun diye blog işine hiç girmemiştim o zamana dek ama belki de bir farklılık ortaya koyabilir, güzel şeyler yapabilirdik.
Yuh kafaya bak, blog lan bu, ne farklılığı. Her neyse, yapa yapa film replikleri paylaştığım bi yer yaptım burayı. Kendimden iğrendim arkadaş. Ama artık tövbeliyim, kendime geldim çünkü. En azından kendimi rahatlatan yazılar yazarım.
Şu kodumun gavur memleketine geldiğimden beri tek kelime yazamadım zaten. Güya kitabı bitirmeye niyetlenmiştim. Sanki bitirsem ne olacak bok gibi oldu, tıkandım kaldım. Her neyse, öyle işte, bundan sonra sikko ergenlikler yok kendi adıma söz veriyorum. Zaten benden başka bu hıyarlığı yapan da yoktu. "Erkek adam" desen zaten blogu bıraktı gitti ortalarda gözükmüyo.
Belki adam akıllı şeyler yazarsak birileri bakar, feyizlenir, bi gece yarısı varlık sebebini düşünürken katkıda bulunmuş oluruz diye düşündüm. Sonra ne diye buna şimdi karar verdiğimi sordum kendime. Ne diye 3 ay önce gelmedi aklma?
Büyüyoruz. Büyüdükçe yalnızlığımız artıyor. Bilgisayarıma orospu çocuğu bir virüs girdi mesela. Kimse gelip derman olmadı, siklenmedim. Böyle basit bir yalnızlık değil belki ama insanı zamanla çürüten bir şey.
Michael sikkofield da sıçtı ağzıma kaç gündür zaten. Kafamda bin türlü yılan gezip duruyor. İlluminati'ye, Masonlara, dünyanın ebesini sikenlere,sermaye sahiplerine, Ajdar'a, Darth Vader'a kuyruğuna basılan Battal Gazi gibi saldırasım var. Çok pis gazlıyım anlayacağınız.
Amerika'nın havasından mıdır suyundan mıdır bilmiyorum, her an bir filmin içinde gibi hissediyorum kendimi. Tek umudum sikko bi sanat filmine düşmüş olmamak. Bi ara anlatırım zaten buraları. Susturamazsınız yalnız sonra. Şener Şen gibi "Ben Amerika'dayken" diyecem bol bol. Gerçi ona daha zaman var, hala uzun bir süre buradayım.
Az küfredince iyi geldi bak, rahatladım. Her neyse canımın içleri, kendinize iyi bakın öptüm.
Not: Durumu daha iyi açıklaması umuduyla yazı esnasında arkadaşlarımın beni farklı açılardan çektiği fotoğrafları koyuyorum, ev biraz dağınık kusura bakmayın.
9 Aralık 2011 Cuma
Fetih 1453
Çekimlerine başlandı haberleri yaklaşık 2-3 yıl önce başlanan hasretle beklediğimiz Fetih 1453'e nihayet kavuşuyoruz.Tarihimizle ilgili konular işlemeye igilienmeye çok daha önce başlamalıydık ama buda bir başlangıçtır.Şuana kadar fragmanlarından ve yorumlardan anlaşıldığı kadarıyla en çok para harcanan ve emek verilen film deniyor.Beklentimiz olağanüstü işler yapılması değil fakat asılolan saçmalanmaması.Konu aldığı olaya sadık kalması ve saçmalamaması isteğiyle heyecanla bekliyoruz..
5 Aralık 2011 Pazartesi
Dört Kitabın Manası
30 Ekim 2011 Pazar
29 Ekim 2011 Cumartesi
Yüzük
"Üç Yüzük göğün altında yaşayan Elf Kralları'na
Yedisi taştan saraylarında Cüce Hükümdarlar'a,
Dokuz Yüzük Ölümlü İnsanlar'a, ölecekler ne yazık
Bir Yüzük gölgeler içindeki Mordor Diyarı'nda
Kara tahtında oturan Karanlıklar Efendisi'ne
Hepsine hükmedecek Bir Yüzük, hepsini o bulacak
Hepsini bir araya getirip karanlıkta birbirine bağlayacak
Gölgeler içindeki Mordor Diyarı'nda..."
Albert Camus
27 Ekim 2011 Perşembe
Tutulan Son Dal
19 Ekim 2011 Çarşamba
7 Ekim 2011 Cuma
5 Ekim 2011 Çarşamba
20 Eylül 2011 Salı
Karşılık...
toprağı deşen boğuk sesimle
sana bir karşılık vereceğim
amansız kum fırtınası altında
sana bir karşılık vereceğim
birbiri üstüne yığılırken günler
ey taşan suların imkanı
ey taşan suların bekareti sana
bir karşılık vereceğim.
| İsmet Özel
16 Eylül 2011 Cuma
Baba Otoritesi...
”On dakika içinde bu kâğıdın üstünde iki şeyden birini göreceğim: Ya imzanı, ya da beynini!” (The Godfather)
6 Eylül 2011 Salı
mesaj
2 aya yakın bir süredir blogda 3 arkadaşımla beraber kendi çapımızda birşeyler yapmaya çalışıyoruz, ortaya bazen güzel bazense gereksiz şeyler çıkıyor. Fakat bu çok normal çünkü 4 kişilik bir blogda hergün yazı yazılması kolay olmuyor.Haliyle kalitesiz şeylerde sunulması çok normal. 2 aylık bu süreçte devamlı yazı yetiştirmek için çok yıpranan ve yorulan bendeniz, aileme daha fazla vakit ayırabilmek için sitedeki yazarlığıma son vermiş olduğumu üzülerek belirtiyorum.Şaka lan şaka aile falan yok tabi vakit ayıracak ama kaçtı işte heyecan gitmiyor daha.
Sizden isteğim, kararımı duyarlılıkla karşılayıp, yazılarıma devam etmem için Taksim de falan eylem yapmamanız.e hadi kib.
.
Kötü Kedi Şerafettin (Fragman)
29 Ağustos 2011 Pazartesi
28 Ağustos 2011 Pazar
27 Ağustos 2011 Cumartesi
Hayal
Bunlardan bir tanesi,ben büyük bir başarı elde edince, birinin bana gelip;" İyi iş başardın evlat" demesi (evet aynı filmlerdeki gibi).
Bir tanesi, çevremizde-bize de bulaşma ihtimali olan-mafyatik adamlardan söz ederken, "bunlar eli silahlı adamlar çok dikkatli olmak lazım" demek.
Bir diğeri ise, karanlık yolda cool bir havayla yürüdüğüm bir gece, siyah bir jeep in ani bir manevrayla direksiyonu önüme kırarak durması ve jeep ten inen takım elbiseli elemanların beni arabaya bindirip kaçırmak için uğraşmaları ve harika zekamla onların çabasını boşa çıkartmam.
Evet, bunlar benim 'hayallerimdi' sadece.Ama neden olmasındı? Önümde uzun bir ömür vardı, hayatımın bir yerlerinde bunlar başıma gelebilir-tesadüfende olsa-ve hayallerim gerçek olabilirdi.
Gerçektende -tam istediğim şekilde- bunlardan birisi gerçek hayatta cereyan etti, işte olayı anlatıyorum;
Bir gece biraz dolaşmak için evden çıkmıştım. Hava karanlıktı ve sokak lambaları bozuk olduğu için hafifte tırsaraktan yürüyordum. Tam sokağı dönmek üzereyken gri bir jeep önce ışıklarını üzerimde gezdirdi, ardından benim-tırsıntıdan- hızlanmamla gaza yüklendi ve tam önümde durdu. O kadar korktum ki, ne hayalim ne de başka birşey geldi o an aklıma ve anlamsız bir şekilde, ne olduğunu anlamadan kaçmaya başladım. O anda şoför kapısı açıldı ve ses bana; "olum, nereye koşuyorsun" dedi.Ses çok tanıdıktı, döndüm ve baktım ki arabadaki amcammış.
Yolda beni görünce napıyorsun bu saatte dışarıda demek için önümde durmuş. Amcam durumu izah eder etmez 'hayalim' aklıma geldi ve çok utandım lan... Kendimden tiksindim. Ve bazı şeylerin bende sadece hayal olarak kalmasının hoş olacağına karar verip yaşamaya devam ettim.
..
25 Ağustos 2011 Perşembe
20 Ağustos 2011 Cumartesi
Efkarlı Adam 5
Ömrüm boyunca sakin bir insan olmuştum. Şirket binasının yedinci katında bölüm şefinin odasında aşina olduğum bir nutuk yerken, bu sakinliği bozmaya niyetim yoktu. Özellikle de aylık hesap kontrollerini hesaplamayı ihmal edip işleri aksatmış olduğum bir günün sabahında...
Ama bu sabah, diğer sabahlardan farklı bir şekilde uyanmıştım. Bunu inkar edemezdim...
"Sizden mantıklı bir açıklama bekliyorum. Hemen!!"
"Efendim.. Ben, şey.. Bugüne kadar hiç..."
"Bugüne kadar hiç ne?! Lütfen tamamlamayın cümlenizi. Çünkü bu saçmalıklara inanacak durumda değilim. Son zamanlardaki performansınıza hiç anlam veremiyorum. Nedir bu haliniz yahu? Bir zamanlar ne kadar parlak bir çalışandınız. Tek bir hatanız yoktu. Hatta belki şef bile olabilirdiniz. Böyle gider mi sizce?"
"Hayır efendim.."
"Bence de... Bence de..."
"Bakın..." demiştim sakince. "Bakın son günlerde zor şeyler yaşıyorum. Çocukluğumdan beri babamı ilk kez kapımda buluyorum. Bana saçma sapan bahaneler uyduruyor, benden özür diliyor. Başka bir şehirde kardeşlerim olduğunu söylüyor. Bunca yıl sonra gelip her şey için özür diliyor. Annemi renkli bir hayatı olmadığı için terkettiğini, onunla eski heyecanı bulamamış olduğunu söylüyor. Bizi terketmekten başka çaresi yokmuş, öyle diyor."
Şefim kahkahalar atmaya başlıyordu tabii. "Sizce bunlar umurumda mı? Aptal aile hikayeleriniz işinizi yapmamanız için bir mazeret mi? Lütfen saçmalamayın."
"Hep özür diliyor. Annemin hasta olduğu haberini almış ama gelmeye cesaret edememiş. Başka bir ailesi, başka yükümlülükleri varmış. Bunu yapamazmış. Cenazeye de bu yüzden gelememiş. Cenazeyi altı kişinin kaldırdığından da haberdarmış elbette. Ama elinden bir şey gelmezmiş. Özür dilermiş."
"Azizim bunlardan bana ne?"
"Şimdi son bir kez sarılmalıymış bana. Yoksa kendini affetmezmiş. Ben de ne yapayım? Sarıldım işte. Ama boğazına..."
Bölüm şefi şöyle bir geriliyor masasında. Kaşları çatılıyor. Konumumuzu tartıyor.
"Kendimi ilk kez özgür hissettim." diyorum. " Babamı öldürüp özgür oldum. Tıpkı seni öldürünce daha da özgür olacağım gibi.."
İşte, hatırladığım kadarıyla patronumu böyle öldürmüştüm. Bu diyalogların akabinde camdan atmıştım.Aslında teknik olarak patronum da değildi.
Sizce yanlış kişiyi öldürmüş olabilir miyim?
19 Ağustos 2011 Cuma
İşte Böyle Birşey Beşiktaşlılık
17 Ağustos 2011 Çarşamba
Kömüş ve Mars
Mars yılı : 548
Dünya yılı: 2564 Gün : Cumartesi
Sevgili günlük bu gün tam bu gün keşfedilmemizin 548. yılı kutlamaları yapılıyor.Sen tabi olayları bilmediğinden sana biraz anlatmak istiyorum günlük hemde 'Bir Mars'lının gizli defteri' isimli otobiyografimde bahsediceğim konuları önce buraya yazmak istiyorum.
Benim adım Bot fakat Türklerin verdiği isimle Kömüş.Daha çok bu adı kullanıyorum anlamı çok güçlü bir hayvanın adından geliyormuş ben daha öğrenmedim nasıl bir hayvan olduğunu fakat haftaya dünyaya yapacağım yolculukta tanımak istiyorum.
Aslen Mars ın başkenti olan Zapolya lıyım fakat memur çocuğu olduğumdan Olmetec'de büyüdüm.Evliyim ve 2 çocuğum var ikiside zehir gibi ellerinden öperler sevgili günlük.Hatta 2009 lu yıllarda mars ta canlı görüldü diye haber yapılıp taşmıydı adammıydı tartışmaları yapılan kişide benim ünlüyümde yani.
Birazda bulunma hikayemizden ve bizim buralardan bahsetmek istiyorum kitabım dünyada da basılacağı için gelipte buraları göremeyenler için anlatmak istiyorum biraz.
Amerika'nın yıllar yılı bizim buralara astronot olsun,çeşitli uzay araçları olsun gönderdiler sevgili günlük ama bizden hiçbir iz bulamadılar.Halbuki o kadar yakınlarındaydıkki son gönderdikleri uzay aracı bizim Zapolya merkez mahallesi muhtarının evinin arka bahçesine düştü.Muhtarın haylaz çocukları mars ın boş tarlalarından çektikleri resimleri aracın kamerasının önüne yerleştirdikleri için Mars ta hayat yok sandılar.
Türklerin dünyaca ünlü Uzay bilimleri uzmanı Mustafa Topaloğlu evinde yaptığı araştırmalar sayesinde bizim varlığımızdan haberdar oldu.Ve bizi bütün dünyaya anlattı.Bulunuşumuzun bu gün tan 548. yılı günlük heyhat 548 yıl !
Bİzim buralar yani Mars çok elverişli topraklara sahip değil o yüzden Kayserililer gibi bizde ticarete yatkınız.Mesela benim Mars ın geleneksel kıyafetlerini turistlere sattığım bir dükkanım var.Mars kapalı çarşısının hemen girişinde sağdan ikinci dükkan Türklere ekstra %20 indirim yapıyorum.
Türkler çok sıcak kanlı insanlar günlük.Bulunuşumuzdan beri bize çok iyi davrandılar uzaylılar dünyayı ele geçiricek tezini ortaya atan Amerikalılara karşı bizi her zaman savundular.Gelip Mars a yerleşen bürsürü dünyalı var fakat dünyadan marsa sefer düzenleyen tek ülke Türkiye olduğu için öncelikle kendi vatandaşlarına öncelik tanıyorlar.Taksimden kalkan Mars spacebüs lerine bindikten sonra 8 saatte Zapolyaya iniyorsun.Bu uzun süreyi kısaltma çalışmaları hala sürüyor.Dünya Türklerden öte umutlu ama konumuz bu değil günlük.
Türkler bize hayatın renklerini öğrettiler.Kuru kuru mars lahanasından başka bişey yemezken şimdi acılı adana,çiğ köfte ,kelle paça,kol böreği gibi daha sayamadığım o kadar harika şeyleri bize öğrettiler ki sana anlatamam.Ama bunların arasından mangal diye bir şey varki tadından yenmez.Bir de çoluk cocuk hafta sonu mangalı toplayıp hep beraber Zapolya vergi dairesinin karşısındaki büyük düzlükte toplanıyoruz.Sırf bu yüzden Zapolya valiliği 100.000 dönümlük bir piknik alanı yaptı.2 haftada bir cumartesi günleri mars ın hemen her şehrinden gelen Marslılar burda mangal partileri veriyoruz.
Bu günlük bu kadar yazıcam günlükçüm olağan mangal partimize gitmek üzere çıkmak zorundayım artık kısmet olursa daha yazmak istiyorum bakalım kısmet. k.i.b. a.e.o öptm by ( bunlarıda Türkler öğretti)
Don Kişot
Kapitalizm, size kot aldırmak için beyninize yerleşen bir virüstür.
Aslında mesele yine ne giydiğiniz değildir. Ayağınızda kot varken kapitalizme savaş açamaz mısınız? Pek tabii bu mümkündür. O kotu sadece size yakıştığı için almış olabilirsiniz. Ne moda, ne de bir bilinçaltı mesajı sizi buna zorlamıştır. Ömrüm boyunca hiç kot giymedim. Ama bunun bir övünme sebebi olduğunu da hiç düşünmedim. Değildi çünkü.
Ne zaman kumaş pantolon görsem aklıma daha sakin, daha normal, daha ılımlı insanlar geldi. Fakat aslında asıl yanılgının bu olduğuna yine birkaç yıl önce uyandım. İnsanları kot pantolon almaya yönlendirenler kot pantolon giyiyorlar mıydı?
Pek sanmıyorum...
Binlerce dolar değerindeki takım elbiseler hiç de kot gibi gözükmüyor bana. Kumaş pantolonun bende çağrıştırmış olduğu tüm sakinlik, normallik, ılımlılık aslında birer kamuflajdan ibaretti. Kapitalizmin güleryüzlülüğünün altında yatan riyakarlığı, bencilliği, açgözlülüğü çok açık bir şekilde özetliyordu aslında. Kulağımıza tek bir zehirli cümle fısıldıyordu.
"Yaklaş bana yanmazsın..."
Onun güven dolu kollarına atılmamak pek mümkün değildi ne yazık ki...Rol modellerimiz genelde bataklığın içinde bataklığa bakanlardı. Biraz daha hayalgücüne sahip olanlarımız da bataklığın içinde yıldızlara bakanları örnek alıyordu.
Aynı bokun içinde yüzdüklerini farketmeden...
Kapitalizm, emperyalizmden çok daha sinsi bir düşmandı. Emperyalizm düşmanını kendi elindeki silahı göstere göstere göğsünden vururdu. En azından onurlu bir ölümle taçlandırırdı yaşamını. Emperyalizm belki de şerefsizliğin içinde eski usul çalışan, daha delikanlı biriydi.
Ancak kapitalizm düşman istemezdi. Ya da ellerini kana bulaştırmak işine gelmezdi. O düşmanlarını alır, kulaklarına zehrini fısıldar, üstünü giydirir, karnını doyurur, televizyon karşısına oturtup kendine bağımlı hale gelmesini beklerdi. Aslında çok sabırlıydı ama sabretmesine gerek kalmazdı, oyunu kirli, zekice ve hızlıydı. Meyvesini çabuk verirdi.
Arada bir düşmanlarıyla dalga geçmeyi de severdi açıkçası. Önce bir moda yayar, geçmişi kafalara vebalı gibi yerleştirirdi. Kızlar, ninelerinin şalvarından utanırdı... O neydi öyle Allah aşkına? Çapulcu gibi...
Kapitalizm bunu söyletirdi... Ertesi yıl, şalvarları alıp cafcaflı renklere boyar, dünyaca ünlü bir markanın etiketiyle aynı genç kıza giydirirdi. Büyük bir zevkle...
Ama asıl sorun burada değildi.
İnsanların nasıl giyindiğinin bir öneminin olmadığını elbet birileri farkedecekti. Daha akılcı, daha kalıcı bir çözüm bulunmalıydı...
Bulmak da zor olmadı... Önümüzde kocaman bir medya sektörü vardı. Madem moda belirlenecekti, buradan olsundu. Biri sigara içecekse bu, patronların istediği şekilde olmalıydı. Oldu da, James Bond nasıl sigara içtiyse, martininin dibini bulduysa, kızları tavladıysa... Herkes neden onun gibi olmak istemesindi ki...
Barney Stinson fazlasıyla cool bir adam değil miydi? Peki onun kapitalizmle problemleri mi vardı?
Bilakis, o kapitalizmin biricik çocuğuydu...
Demem o ki, o kotu giymek, o cüzdanı taşımak, o facebook hesabını açmak mesele değil... Mesele o kotun kıçımızdan önce kafamıza giydirilmiş olması....
Kapitalizm, aklımızın ırzına geçmeye bayılır...
Bize de Don Kişot misali saldırmak kalır...
İşte "zafer" aslında budur...
Emperyalizmin Zaferi 2
Her canlı doğar,büyür,yaşlanır ve ölür.Canlılar bu süreç içerisinde çeşitli hatalar yaparak kendini geliştirir-yeni şeyler öğrenir.Bu deneyimlerinin bazılarını gelecek kuşaklara aktarırken bazılarını aktaramaz.Ve hayat akmaya devam eder.
Tüm bu canlılar içinde en gelişmişi ise tabi ki insandır.Bunu dilerseniz "en iyi evrimleşmiş canlı olması nedeniyle" ,diye,isterseniz; "eşref-i mahlukat olması hasebiyle"diye açıklayın.Her halükarda bu teori aksi iddia edilemez bir teoridir.
İşte tamda bu yüzden olacak ki-düşünsel anlamda ki fazla gelişmişlikten, insanı diğer canlılardan ayıran bir özellik de burada ortaya çıkar:YERİN DİBİNE GEÇME özelliği.
Evet, bu özellik her insanda mevcut değildir, fakat çoğu insan kendine özgü belli durumlarda yerin dibine geçer.
hikayemiz tamda burda başlıyor;
Dün akşam arkadaşlarımla Sultanahmet'e gitmiştim. Bir çay bahçesinde biraz oturup muhabbet ettikten sonra, her zaman gittiğimiz küçük,şirin bir dürümcüye girdik ve karnımızı doyurduk.
Buraya kadar herşey çok güzeldi.Ne sıtarbaksa gidip kahveye 10 lira vermiş, nede karnımı emperyalist hamburgerle doyurmuştum.Gerçekten huzurluydum.Dostlar meclisini dağıttıktan sonra otobüse bindim ve evin yolunu tuttum.
Eve geldikten bir müddet sonra bilgisayarı açtım ve bloğa bir göz atayım dedim-demez olaydım.Kadim dostum Serhat'ın(kafsinkaf) emperyalizme dair yazdığı yazıyla karşılaştım.Aman Allah'ım!!
Şoka girmiştim ve bu şoku üzerimden atamıyordum.
Sanki mahşer meydanında çıplak kalmıştım ve bütün yaratılmışlar bana bakıyordu.Daha fazla yerin dibine geçemezdim.
Bu kadar utanmamın nedeni ne dostumun cüzdan taşımaya başlaması, nede kot pantolon giymeye başlamamla ilgili-haklı olarak- söyledikleriydi.
Nedeni yazının son paragrafıydı;Fakat herşeye rağmen karşı duruşumuzu dostumla beraber emperyalizmin son ürünü olan,çağımızın vebası 'facebook'u hala kullanmıyoruz..
Birkaç arkadaşımın dehşet verici ısrarları sonucu facebook açmıştım henüz birkaçgün önce.Bırakın dostuma itiraf etmeyi,kendime itiraf edememiştim ki bu yaptığımı.
Nasıl kurtarabilirdim durumu?Hemen bunu düşünmeye başladım.Facebook hesabını hemen kapatsam mı acaba diye düşündüm ama bilirsiniz ki bir kot insana bir kere giydirildiyse çıkarmak birşeyi değiştirmez.Çünkü kıç bunu hiçbir zaman unutmaz..
Bir açıklama bulmalıydım-hem kendi vicdanımı hemde arkadaşımı inandırabileceğim."Emperyalizmi kendi silahlarıyla vurmaktı amacım?"Hayır, daha kendi vicdanım yememişti bu yalanı."Bi arkadaşa bakıp çıkıcaktım?" Yoo hayır.
Ve o anda anladım ki bu olanların hiçbir açıklaması yoktu-olamazdı. Emperyalizm galipti. Ama bu savaşı ne kot pantolonu giydiğimde nede facebook açtığımda kaybetmiştim.Bu savaşı;daha küçük bir çocukken ağzıma kolayı ilk sürdüğüm anda kaybetmiştim,kaybetmiştik.Gemiyi batırmamıştım çünkü, aslında hiç yüzdürememiştim bile..
Ama şunu da biliyordum ki yerin dibine geçmiştim.Bu bir bakıma iyi birşeydi,çünkü en alt seviyede sayılırdım-sayılırdık- artık.Buradan daha aşağı bir seviyeye inemeyecektim.Artık Emperyalizme-Kapitalizme karşı yükselişe geçmenin zamanıydı.Zaman,şekilcilik yerine zihinsel süreçte birşeyler yapma zamanıydı.
Dostlarım, YÜKSELİŞ BAŞLASIN!
..
16 Ağustos 2011 Salı
Emperyalizmin Zaferi
Yüzyıllardan beri dünya üzerinde var olan son dönemlerde süslü ismiyle kulağa hoş gelen emperyalizm yine yaptı yapacağını.
Bu hikaye kendi çapında emperyalizmle mücadele eden iki gencin hikayesidir..
Küçük yaşlarda çıkmıştık yola.Emperyalizme karşı duruşumuzda her zaman beraberdik.Orta okul yıllarında sıra arkadaşlığı yaptığımız dönemde karşı duruşumuzla,ruhumuzu ona teslim etmiyor,cebimizdeki parayı onun kirli emellerine teslim etmiyorduk.Bu onurlu yolda tek destekçim sıra arkadaşım,sevgili dostum bu blogunda yazarlarından Fatih'ti.(erkek adam)
Bu anlattıklarımdan çok büyük işler yaptığımızı sanabilirsiniz.Yaptıklarımız bize göre büyük insanlık için küçüktü fakat küçükte olsa birşeyler yapmak hiçbir şey yapmamaktan iyidir.
Karşı duruşumuzda Amerikan işçi tulumlarından türeme 'jeans' denilen kotları giymiyorduk.Kot'un bedeni sıkan,insanı ait olmadığı kalıplar içinde sıkıştıran baskıcı tavrına karşı kendimizi 'kanvas'ın kollarına bırakmıştık.Kanvas insanı kot gibi sıkmıyor rahatlığı ve Anadolu insanı gibi sıcaklığıyla gönüllerimizin sahibi oluyordu.
Emperyalizme karşı olan savaşımızda ikinci direnişimiz 'cüzdan' taşımamaktı.Belki bu duruşumuzda öğrenci ve küçük olduğumuz için üstümüzde yüksek miktarda para taşımamamız etkili olabilir ama yinede yapıyorduk.
Amacımız doğrultusunda günlerimiz mutlu mesut giderken ilk fire dostumdan geldi.Dostum 7.sınıfta dersaneye başlamış,sürekli kanvas giymekten sıkılarak karşı cinsinde verdiği etkiyle ilk kotunu almıştı.Başlarda benden sakladı fakat acı gerçek ortaya sonunda çıktı.Can dostuma konuyla ilgili birşey söylemedim.Onurlu duruşumuzda beni şaşırtmış olsada dostumu bütün özellikleriyle kabullenmeliydim.
Yıllar içinde o kotlarıyla yarım bir emekçi,ben ise dostunun hatasını affetmiş aldığı yaraya rağmen yoluna devam eden mağrur bir adamdım.Sonra hayatıma o girdi..
Değişiyorduk..İkimizde yola ilk çıktığımız zamandan çok farklıydık.Yaşımız ilerlemiş,karşı cinsle olan ilişkimiz başlamıştı.Lise döneminde hayatıma giren ve halada benimle olan güzel insan beni etkilemişti.Sürekli olarak aynı pantolonları giymekten bıkmadınmı ? Şunlara bak hepsinin rengi atmış ? Bi kot alalım artık sana üstünde bi dene beğenmezsen almayız..
Bu sözlere 4 yıl dayanabildim.
Aynaya baktığımda üstümde gri kareli bir gömlek altında ise mavi rengiyle 'kot'um' duruyordu.Yıllarca ona karşı mesafeli duruşuma rağmen duruşu hoşuma gitmişti.Yasak olanın tatlı gelmesi gibi o'na ısınmış sanki yıllardır giyiyormuş hissine kapılmıştım.Mağrur duruşum eksilmişti artık bende 'yarım emekçi'ydim.
İlerleyen yaşla beraber gün gelmiş çatmış reşit olmuştuk.Artık yanımızda nüfus kağıdı taşımak gerekli olduğundan nüfus kağıdını bir şekilde muhafaza etmek şarttı.Öncelerinde arka cebimde taşıdım.Fakat bu yol hem güvenli değil hemde nüfus kağıdını eciş bücüş eden bir yöntemdi.Bu duruma tek çareyi,karşı olduğum başka birşeyi yapmak cüzdan almak sağlıyordu.
Güzel insanın da teşvikiyle cüzdanımıda edindim.Fakat bu sefer kot almak kadar kolay değildi.Dostum hala cüzdan kullanmıyordu.Bu durumu ona açıklamalıydım fakat bir türlü yapamadım.Cüzdanım ve ben dostumdan habersiz gizli gizli güzel bir hayat yaşıyorduk aslında.Artık bozukluklarım kaybolmuyor,nüfus cüzdanım içinde seyahat ediyordu.Cüzdanımla olan ilişkimi dostumdan saklamak için dostuma giderken cüzdanı evde bırakıyordum.Ve birgün olanlar oldu..
Geçenlerde oynadığımız Estonya-Türkiye maçını izlemek için dostuma gitmiştim.Akşam güzel geçiyor,muhabbet süper ayarda gidiyordu.Tuvalete gitmek için ayağa kalktığımda arka cebimde duran şişliği fark etti.Açıklama fırsatı bulamadım..Buğulu gözlerini bana çevirip bu konuyu konuşmayalım dedi.Susmak..Susmak beni her zaman gerginleştirir.Susmak yerine küfürler edip,esip gürlese daha az gerileceğime emindim.
O akşamdan sonra bu konuyu hiç konuşmadık.Artık bende herkes gibi olmuştum.O'nun büyüsü beni takip ettiğim yoldan ayırmış karşı durduklarımı bir bir yaptırmıştı.Artık bende yarım bir emekçiydim.Emperyazlizm yine kazanmıştı..
Fakat herşeye rağmen karşı duruşumuzu dostumla beraber emperyalizmin son ürünü olan,çağımızın vebası 'facebook'u hala kullanmıyoruz..
15 Ağustos 2011 Pazartesi
Evden Giden Belma'lar
"Kallavi sokağında güvercinler,
Bunca yıl sönmemiş umudum,
Nisan değilse mayıs,
Perşembe değilse pazar,
Ben, Belma Sebil'i bulurum..."
Diyordu Attila İlhan'ın radyodan gelen sesi...
Belma üç gündür eve gelmiyordu...
Ben üç gündür evden çıkmıyordum...
Sakallarım uzuyordu...
Ter kokmaya başlıyordum...
Evin unutulmuş dağınıklığı içinde bir zarf biliyordum...
"Özür dilerim" diyordu...
Ağlıyordum...
Radyonun sesini açıyordum...
"Yine akşam oldu Attilâ İlhan
Üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı
Belki Paris'te Maria Missakian
Avuçlarında bir çarmıh acısı
Gizlice bir sefalet gecesi
Çocuğunu boğarmış gibi boğup Paris'i
Sana kaçmayı tasarlar her akşam..."